Kitap
Hakkında:
Kitabın
Adı:Mücella
Yazarı:
Nazan Bekiroğlu
Yayınevi:Timaş
Yayınları
Sayfa:344
Ebat:
14x21 cm
Ücreti: 25 TL
Ne
Buldum: Yürek burkan bir hikâye
Yazar
Hakkında:
3
Mayıs 1957 tarihinde Trabzon’da doğan Nazan Bekiroğlu, ilk ve orta tahsilini
aynı kentte yaptı. 1979 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Dört yıl lise öğretmenliği yaptı. Yıllar
1985’i gösterdiğinde KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi
Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girdi. Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü
Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını
tamamladı (1987). Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Şair
Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla 1995 senesinde doçent oldu. 1998′den itibaren
aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev
yapmakta olan Nazan Bekiroğlu 4 Mayıs 2001′de profesör olmuştur.
Şehirli
ve kültürlü bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olan Nazan Bekiroğlu; inançlı
ve muhafazakâr bir baba ile titiz ve oldukça eğitimli bir annenin, iki de
ağabeyin kanatları arasında küçük kardeş olmanın da etkisiyle nazlanarak,
korunarak, esirgenerek büyümüştür. Ailesi çocukluğunda Türkçesi bozulur
diye sokağa bile inmesini yasaklamış ve oyun arkadaşları tek tek seçilmiştir. Bu
sebepledir ki çoğu zaman kendisinin Karadenizliliğinin hiç hissedilmediğini
söyleyenler olmuştur.
1997
yılından beri deneme, hikâye, roman ve incelemeleri Dolunay, Türk Edebiyatı,
Milli Kültür, Kayıtlar, Yedi İklim, Dergâh dergilerinde ve Zaman Gazetesinde
yayımlanmıştır. 2003 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülünü,
2006 yılında ise Cam Irmağı Taş Gemi ile de aynı birliğin Hikâye Ödülü’nü
almıştır. Nar Ağacı adlı eseriyle okuyucularının kalbinde hatırı sayılır bir
yer edinen Nazan Bekiroğlu iki kız çocuğu annesi ve son dönemlerde en çok
okunan yazarlardan biridir.
ESERLERİ
Nun
Masalları (Öykü,1997)
Şair
Nigâr Hanım (İnceleme,1998)
Halide
Edib Adıvar (İnceleme,1999)
Mor
Mürekkep (Deneme,1999)
Yusuf
İle Züleyha / Kalbin Üzerine Titreyen Hüzün (Şark Mesnevîsi, 2000)
Mavi
Lâle (Deneme, 2001)
İsimle
Ateş Arasında (Roman, 2002)
Cümle
Kapısı (Deneme, 2004)
Cam
Irmağı Taş Gemi (Hikâye, 2006)
Lâ:
Sonsuzluk Hecesi (Roman, 2008)
Arka Kapaktan:
Nazan
Bekiroğlu Nar Ağacı’ndan sonra merakla beklenen yeni romanı Mücellâ’da bizleri
1920-1970’li yılların Türkiye’sinden nostaljik bir hikâyeyle buluşturuyor.
Mücellâ,
genç Cumhuriyet’le yaşıt bir kızın, unutulmuş kumaşların, kokuların,
alışkanlıkların, iğne oyalarının, kimi yarım kalmış kimi tamamlanmış aşkların,
hayatı seyretmekle yaşamak arasında gelip giden kadınların romanı.
Zamanın
daha ağır aktığı, hayatın ritminin daha çok mahalle aralarında karar bulduğu
vakitler. Gaz lâmbasının ışığında içilen nohut kahvesinin ağızda buruk bir tat
bıraktığı dönemler.
Arka
planda Türkiye, pek çok çalkantının içinden geçerken bile kendini bildi bileli
çeyiz işleyen bir genç kız Mücellâ. Adım adım hayattan çekilirken bunu
neredeyse hiç fark etmeyen... Neyi beklediğini bilmeden bekleyen... Derken
günün birinde, kıyısında kaldığı hayata son bir çabayla dönmek isteyen...
Sümbül
kokulu bembeyaz yastık kılıfları, kanaviçe işli peçeteler, uçları fistolanmış
havlular, çeyiz sandıkları arasında…
Hanımeli,
yasemin ve leylâk kokulu yaz ikindileri gibi uzun kış gecelerinde de, ya
çardağın altında ya hep o soldaki pencerenin içinde...
Mücellâ’nın
dupduru ve çarpıcı hikâyesi.
Kitabın
Analizi&Yorumum:
Mücella,
çok muhterem yazarımız Sayın Nazan Bekiroğlu’nun okuduğum ikinci romanı oldu.
Daha evvel de Nar Ağacı’nı okumuş ve bayılmıştım. Diğer kitaplarını da aldım
ama henüz okuma fırsatım olmadı. Özellikle de Lâ’yı çok merak ediyorum.
Neyse
şimdi kısa kesip kitaba gelelim. Kitabı okurken insanın kendine ait çok şeyler
bulduğu kesin. Ben bile kendimle ilgili çok benzerlikler buldum. Gerçek bir
yaşam hikâyesine dayanan eserde çok fazla devrik cümleler kullanılmış olsa da
yalın bir dille yazılmış olması anlaşılmasını kolaylaştırıyor açıkçası.
Cumhuriyet dönemi sonrasından başlayarak ta 70’li yıllara kadar olan ülkemizin
yaşam biçimi ve muhafazakâr aile yaşantısı mükemmel bir şekilde anlatılmış. O
kadar ki insan kendisini olayların tam içinde yaşıyor olarak hissediyor adeta.
Mücella'nın hikâyesi samimi ve naif bir anlatımla buluşmuş, keyifle okunuyor.
Şimdi romanda
yaşananları kısaca aktaralım:
Neyyire
hanım henüz romanımızın kahramanı Mücella’ya hamileyken kocası Tevfik Efendi
hakkın rahmetine kavuşur ve karısını 14 yaşındaki oğlu Fahir ile yapayalnız
bırakır.
Bir
müddet sonra Müzella doğar. Genç yaşta dul kalan Neyyire hanım çocuklarına hem
analık, hem babalık yapar ve yıllar bu şekilde geçip gider. Evlilik çağı gelen
Fahri Keriman adında bir kızla evlenir ve ailesiyle aynı evde yaşamaya devam
ederler. Fakat bir müddet sonra gelin Keriman kaynanası Neyyire Hanım’la ters
düşer, anlaşamazlar. Fahri’nin eli kolu bağlıdır. Ne yapsın o da çareyi
İstanbul’a göçmekte bulur. Kocasını yıllar önce kaybeden zavallı Neyyire Hanım
şimdi de oğlundan ayrı kalmıştır. Artık kızı Mücella ile iki kadın başlarına
kalakalmışlardır. 70’li yılların Türkiye’sinde kız çocuğu yetiştirmenin güçlüğü
içinde kalan Neyyire Hanım adeta kızının üzerine titremektedir. Neyse ki
Mücella akıllı uysal kızdır da annesinin sözünden dışarı çıkmaz.
İlkokulu
henüz bitiren Mücella annesinin endişeleri yüzünden ortaokula gönderilmez
maalesef. Oysa dayısının kızı Filiz akşam sanat okuluna kaydını yaptırmıştır
bile.
Yıllar
çabucak akıp giderken Mücella’da Filiz’de hızla gelişip büyümüşler genç birer
kız olmuşlardır. Hatta Filiz aşık olup sediği çocukla mektuplaşmaya bile
başlamıştır. Mücella ise annesinin dizinin dibinde nakış, dikiş ve işleri
yapmakla çeyiz hazırlamakla meşguldür.
Filiz
ise okulu bitirmiş bir bankada işe bile başlamıştır. Çok sürmez mühendis
Refik’le de izdivaç gerçekleştirir. Tüm bu süre zarfında İstanbul’daki abisi
Fahir bir kez olsun gelip gitmemiştir. Bir müddet sonra Filiz’in iki tane kızı
olur. Mücella bu iki kız çocuğuna da evde bakar. Bir nevi annelik yapar. Zaman
gelip geçer ve Mücella’nın büyüttüğü Filiz’in iki kızı da evlenip gider. Oysa
Mücella’nın hiçbir talibi çıkmamıştır o vakte kadar. Çünkü Evden dışarıya
çıkamayan Mücella’yı gören bir tek erkek gözü yoktur.
Mücella
otuzunu çoktan geçmiştir. Saçlarına ak düşen Mücella yaşlanan annesini artık
dinlemez ve saçını boyatıp yüzüne allık sürer, yalnız başına sokağa çıkıp
sinemaya gider. Ne var ki artık çok geçtir. Ayda bir saç boyamanın da çare
olmadığını gören Mücella her şeye boş verir. Çeyizini de mahallede evlenen genç
kızlara ve yoksullara dağıtır. Artık bir yuva kurma konusunda hiç ümidi
kalmamıştır. Bir gün dışarıya çıkıp ta eve döndüğünde evlerinin önünde
kalabalığın birikmiş olduğunu görür. Gelse ki ne gelsin annesi vefat etmiştir.
Cenazeye abisi Fahir ve eşi de gelirler ve birkaç gün kaldıktan sonra geri
dönerler. Artık Mücella hepten yalnızdır.
Kitabın
son bölümünde ne olduğuna dair yazmaya
ne olduğunu anlatmaya dilim varmıyor doğrusu.
Babasız
bir hayat süren, annesinin baskıları ile yetişen, evinden dışarıya çıkmadan
ömrünü harcayan Mücella’nın hikâyesi yürek burkan cinsten. İnsan düşünüyor da
kırsalda bu ve buna benzer ne Mücella’lar yaşıyor. Üzülüyor insan. Yazar Nazan
Bekiroğlu o kadar güzel betimlemelerle ülkemizin gerçeklerini, elektriğin ilk
gelişini, suyun mutfaklara ilk girişini vs. anlatmış ki. Söyleyecek söz
bulamıyor insan. Okunası bir kitap olmuş. Okuduğun Nar Ağacı ile kıyas yapmak
doğru olmaz ama farz edelim ki kıyas yaptık, Nar Ağacı derim. Ama bunu da severek
ve beğenerek okudum.
Kitaptan birkaç altı
çizilesi cümle:
-
Pervin’in canı tatlı, reçel değil yeşil erik, turşu istemişti. Karnı düşük
değil göğsü
hizasında, yüzünden yukarıydı ve alnını,
yanaklarını çiller lekeler basmıştı.
“Kızı olacak anne çirkinleşir” dedi Mutaves
Hanım.
(Şimdiki gibi bebek olmadan cihazlarla
çocuğun cinsiyetini öğrenmek o zamanlarda
mümkün değildi. Bu şekilde yapılan
öngörüler de oldukça ilginç doğrusu)
-
Tamam temiz intizamlı olmak gerekti elbet kız kısmı için, bunda bir kusur
yoktu.
Ama ayna, yetmedi, pencere camı, mağaza
vitrini, hiçbir fırsatı kaçırmayan kızlar
tehlikeli guruptandı.
-
Bir kadının en büyük erdemi isminden az bahsedilmesiydi ona göre ve ismini
korumak kız kısmının en önemli vazifesiydi. Çünkü çenesi düşük erkek milleti
için genç bir kızın adını öğrenmek bile başlı başına bir olaydı.