31 Ağustos 2014 Pazar
Nar Ağacı
KİTAP HAKKINDA:
Yazar: Nazan Bekiroğlu
Kaç Sayfa: 533
Boyut:13x21 cm
Yayınevi: Timaş Yayınları
Basım Tarihi: İstanbul, 2012
Kağıt Kalitesi: 2.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti: 22,50 TL
Puanlamam: %95
Ne Buldum: dünya
klasikleri arasına girmesi gereken bir roman
YAZARIN HAYATI:
3 Mayıs 1957
tarihinde Trabzon’da doğan Nazan Bekiroğlu, ilk ve orta tahsilini aynı kentte
yaptı. 1979 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Dört yıl lise öğretmenliği yaptı. Yıllar 1985’i
gösterdiğinde KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi
Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girdi. Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü
Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını
tamamladı (1987). Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Şair
Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla 1995 senesinde doçent oldu. 1998′den itibaren
aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev
yapmakta olan Nazan Bekiroğlu 4 Mayıs 2001′de profesör
olmuştur.
Şehirli ve
kültürlü bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olan Nazan Bekiroğlu; inançlı ve
muhafazakâr bir baba ile titiz ve oldukça eğitimli bir annenin, iki de ağabeyin
kanatları arasında küçük kardeş olmanın da etkisiyle nazlanarak, korunarak,
esirgenerek büyümüştür. Ailesi
çocukluğunda Türkçesi bozulur diye sokağa bile inmesini yasaklamış ve oyun arkadaşları
tek tek seçilmiştir.
Bu sebepledir
ki çoğu zaman kendisinin Karadenizliliğinin hiç hissedilmediğini söyleyenler
olmuştur.
1997 yılından
beri deneme, hikâye, roman ve incelemeleri Dolunay, Türk Edebiyatı, Milli
Kültür, Kayıtlar, Yedi İklim, Dergâh dergilerinde ve Zaman Gazetesinde yayımlanmıştır.
2003 yılında Türkiye Yazarlar Birliği
Deneme Ödülünü, 2006 yılında ise Cam Irmağı Taş Gemi ile de aynı birliğin
Hikâye Ödülü’nü almıştır. Nar Ağacı adlı eseriyle okuyucularının kalbinde
hatırı sayılır bir yer edinen Nazan Bekiroğlu iki kız çocuğu annesi ve son
dönemlerde en çok okunan yazarlardan biridir.
ESERLERİ
Nun Masalları (Öykü,1997)
Şair Nigâr Hanım (İnceleme,1998)
Halide Edib Adıvar (İnceleme,1999)
Mor Mürekkep (Deneme,1999)
Yusuf İle Züleyha / Kalbin Üzerine Titreyen Hüzün (Şark Mesnevîsi, 2000)
Mavi Lâle (Deneme, 2001)
İsimle Ateş Arasında (Roman, 2002)
Cümle Kapısı (Deneme, 2004)
Cam Irmağı Taş Gemi (Hikâye, 2006)
Lâ: Sonsuzluk Hecesi (Roman, 2008)
KONUSU (ARKA KAPAKTAN)
Nazan Bekiroğlu'ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman.Balkan Savaşı döneminde başlayıp 1.Dünya Savaşı'na uzanan bir öykü...Trabzon'dan ve Tebriz'den doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak...Aslında çok ırmak... Tebriz'in en büyük, en asil halı tüccarının delifişek oğlu Setterhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra... Ateşin bakışlı ateşin duruşlu; ırmağını kendi bildiğince alev ateş akıtmayı seçen bir genç kız Azam. Adı ne aşk ne de dostluk olan bir duyguyla Setterhan2ın ırmağına dolanan Batumlu kitapçı Sophia. Acıyla yoğrulan, yoğruldukça durulaşani kendi varlıklarını sevdiklerinin varlığında eriten Büyükhanım ve Hacıbey... Ve hep kendi içine doğru akan, kendi ırmağını gencecik yaşta milleti için kurutan, Trabzon'un "kırık kafiyesi" İsmail, ah İsmail... İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhacerat, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu.
"Nar Ağacı" hayal kadar zengin, roman kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikaye... İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanı çarpacak yıllarca unutulmayacak bir kitap...
Nun Masalları (Öykü,1997)
Şair Nigâr Hanım (İnceleme,1998)
Halide Edib Adıvar (İnceleme,1999)
Mor Mürekkep (Deneme,1999)
Yusuf İle Züleyha / Kalbin Üzerine Titreyen Hüzün (Şark Mesnevîsi, 2000)
Mavi Lâle (Deneme, 2001)
İsimle Ateş Arasında (Roman, 2002)
Cümle Kapısı (Deneme, 2004)
Cam Irmağı Taş Gemi (Hikâye, 2006)
Lâ: Sonsuzluk Hecesi (Roman, 2008)
KONUSU (ARKA KAPAKTAN)
Nazan Bekiroğlu'ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman.Balkan Savaşı döneminde başlayıp 1.Dünya Savaşı'na uzanan bir öykü...Trabzon'dan ve Tebriz'den doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak...Aslında çok ırmak... Tebriz'in en büyük, en asil halı tüccarının delifişek oğlu Setterhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra... Ateşin bakışlı ateşin duruşlu; ırmağını kendi bildiğince alev ateş akıtmayı seçen bir genç kız Azam. Adı ne aşk ne de dostluk olan bir duyguyla Setterhan2ın ırmağına dolanan Batumlu kitapçı Sophia. Acıyla yoğrulan, yoğruldukça durulaşani kendi varlıklarını sevdiklerinin varlığında eriten Büyükhanım ve Hacıbey... Ve hep kendi içine doğru akan, kendi ırmağını gencecik yaşta milleti için kurutan, Trabzon'un "kırık kafiyesi" İsmail, ah İsmail... İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhacerat, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu.
"Nar Ağacı" hayal kadar zengin, roman kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikaye... İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanı çarpacak yıllarca unutulmayacak bir kitap...
KİTAP HAKKINDA
Nar,
en sevdiğim meyvelerden birisinin adı. Nar Ağacı da en sevdiğim kitabın ismi.
Konu
hem kitap hem nar olunca ve bu ikisi bir yerde toplanınca ilgimi çekip de
almıştım.
Uzun
zamandır okumak isteyip de okumayı hep ertelediğim bir kitaptı. İşim gereği
gece nöbetleri, gündüz mesaileri derken okumam biraz zaman aldı. Yerli
yazarlarımızdan Prof.Dr. Nazan Bekiroğlu’nun okuduğum ilk kitabı. Kitabın
konusu ve kısa bir özetini şu şekilde
aktarabilirim:
Roman
farklı iki coğrafi bölgede geçiyor. Bir tarafta Anadolu topraklarında Trabzon
ve kısmen de olsa İstanbul anlatılırken, diğer tarafta Taht-Süleyman,Tebriz,
Tiflis, Batum, Bakü anlatılıyor. Trabzon’da Zehra yaşıyor, Tebriz’de Setterhan.
Zehra yazar Bekiroğlu’nun büyükannesi, Setterhan ise büyükbabası.
Yazarın
kendisine aynı zamanda romanı anlatma görevini yüklemiş. Bunun sebebi de romanın baş karakterlerinin onun
anneannesi ile dedesinin bir araya gelmesinin öyküsü olmasındandır.
Otuz yıl
evvel postaya verilen bir mektup yazarın dedesinin yaşadığı topraklarda onların
izini sürmeye karar vermesiyle başlar. Dedesi Setterhan, babası Mirza Han ile
birlikte halı ticareti ile uğraşan yağız bir delikanlıdır. Zehra ise ağabeyi
İsmail ile birlikte Trabzon’da nenesi ve dedesi Hacıbey ile birlikte
yaşamaktadır.
Setterhan
Taht-ı Sülayman’dan çıkarak almış oldukları halı siparişlerini ve teslim ettiklerinin
tahsilâtını yapmak üzere babası tarafından Batum-Tebriz-Tiflis’ e gönderir. Bu
işi de ayrıca iyi yapmaktadır.
Halıların
dokunduğu bir atölyeleri bile vardır. Atölyede birçok genç kız çalışmaktadır.
Bunlardan bir tanesi de aileye küçük yaşlarda öksüz ve yetim olarak giren Azam'dır. Setterhan gönlünü Azam’a
kaptırmış, ona delicesine âşık olmuştur.
Bu
arada Anadolu balkan harbine girmiş Zehra’nın ağabeyi İsmail ile birlikte
gönlünü hafiften kaptırdığı resim öğretmeni de gönüllü olarak Trabzon Taburu’na
yazılarak Gülcemal isimli vapurla İstanbul’a yola çıkmışlardır. Mirza
Han, Setterhan’ın Azam’a âşık olduğunu anlamıştır ama önce Yezde gitmesi ve
halıları kendi elleri ile teslim etmesi gereken önemli bir müşterisi olduğunu
söyler ve dönüşte nişan yapacaklarına söz verir. Gel gelelim Azam tüm bunlardan
habersizdir.
Yezd
de halıları teslim eden Setterhan son olarak Zerdüst ağasının halısını teslim
etmek üzere ağanın evine vardığında onu oğlu Piruz karşılar. Piruz ile
Setterhan iyi anlaşırlar ve arkadaş olurlar. Oradan ayrılırken Piruz’u Taht-ı
Süleyman’a davet eder.
Üniversite
diplomasını almak üzere Tebrize geleceğini söyleyen Piruz bu daveti kabul eder
ve bir müddet sonra ziyarete gelir. Piruzu Setterhan’ın babası Mirza Han iyi
karşılasa da annesi pek ısınamaz ve sevmez. Piruz’a bu ziyaret esnasında halı
atölyesini de gezdirir Setterhan. Ama çok büyük bir yanlış yaptığını daha sonra
anlayacaktır. Bu hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Zira Piruz atölye de
Azam’ı görecek ve her ikisi de birbirlerine bir anda vurulacak, âşık olacaktır.
Sonrasında ise bir gece birlikte kaçacaklardır. Durumu öğrenen aile efradı
Setterhan’ın üzerinde ister istemez bir baskı oluşturmuştur. Gelenekler ve tabu
bu olayı affedilemez bulur. Aile şerefi lekelenmiştir.
Setterhan
günlerce, haftalarca her iki aşığı da öldürmek ya da şehri terk etmek konusunda
kararsız kalır ve sonunda pusuda beklerken yakaladığı Piruz’un söylediği bir
söz kendisinde derin bir iz bırakır.
Her
ikisini de gönülden affetmese de yaşamalarına izin verir. Ama memleketini terk
ederek, halı teslimatı için gittiğinde Batum’da tanıştığı iyi arkadaş olduğu Sofya’nın
ve Vasili’nin yanına gider. Orada kitapçı dükkânında bir müddet çalışır. Vasili
ise askere gitmiştir.
Bu
arada Trabzon’da Zehra’nın hayatında değişikler olmaya başlamıştır. Zira Rus
donanma gemileri Trabzon önlerine kadar gelmiştir. Kısa sürede şehir işgal
tehlikesi ile karşı karşıyadır. Zehra’nın dedesi Hacıbey kendisi hariç
Zehra’nın, Büyükhanım’ın, ermeni komşularının Trabzon’u terk ederken yanlarına
bıraktığı küçük kızı Anuş’un Trabzon’dan ayrılarak Samsun’a, oradan da İstanbul’a
gitmesine karar verir. Alelacele hazırlanılarak vapurla güç bela İstanbul’a
yola çıkmışlardır. Vapura köpekleri Masal’ı da güç bela aldırmayı başarırlar.
Bu arada Batum karışmaya başlamış Bolşeviklerle Menşeviklerin kapışması an
meselesidir. Odasına gelen Sofya’dan istemeden de olsa kaçan Setterhan Ermeni
çeteleri tarafından yakalanır.
Evet
işte roman bu şekilde devam eder gider. Askere gitmiş olan İsmail ve resim
öğretmenine ne olmuştur. Zehra ve nenesi acaba kurtulacaklar mıdır? Ermeni
çeteleri Setterhan’ı öldürecekler midir, Zehra ile Setterhan ne zaman nerede nasıl bir
araya gelecektir. Sorular... sorular... sorular...
Cevapları
Nar Ağacı’nda gizlenmiş durumda. Okuyup merakını gidermek isteyenler gerçek
yaşam öykülerini, savaşın neleri alıp götürdüğünü, kimlerin hayatına kaderin
hangi ağlarını ördüğünü öğreneceklerdir.
Nazan
Bekiroğlu mükemmel bir iş başararak Balkan savaşı ile Birinci Dünya Savaşı
arasında birbirinden farklı mekânlarda kaderin yön verdiği gerçek bir aşk hikâyesini
ustalıkla sunmuş biz okuyuculara.
Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum ve İstanbul gibi farklı topraklarda bu romanla birlikte tarihte bir yolculuğa çıkıyor ve o zamanın şartlarında savaş ile dağılıp bir araya gelen hayatları adeta onlarla birlikte yaşıyor insana. Kimimiz Setterhan oluyor, kimimiz Zehra ya da Sofya…
Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum ve İstanbul gibi farklı topraklarda bu romanla birlikte tarihte bir yolculuğa çıkıyor ve o zamanın şartlarında savaş ile dağılıp bir araya gelen hayatları adeta onlarla birlikte yaşıyor insana. Kimimiz Setterhan oluyor, kimimiz Zehra ya da Sofya…
Kitabın
yapısını oluşturan bölümlerin arasında bir de yazar günümüz zamanına geçiş
bölümleri diyebileceğimiz kısımlarla bağlamış. Bu geçişleri ise o kadar
ustalıkla yapmış ki okuyucunun hem bölümler arasında bir nefeslenmesi hem de
diğer bölümde merak içinde bırakılan kısmın nasıl geliştiğini öğrenme fırsatı
bulmuş oluyor.
Beni
etkileyen bölümlerden bir kaçını ise şöyle sıralayabilirim. Balkan Harbi’nde şehit olan askerlerin tren garında
vagonlardan boşaltılması, yardım derneği gönüllülerinin o cenazeleri emanet
olarak algılayıp, usullerine göre defnetmesi; Zehra'ların İstanbul’a giderken yaşadıkları ve gördükleri
manzaralar. İsmail’in hatıra defterinde anlattıkları, Piruz’un Setterhan’a
söylediği can alıcı söz…
Bir de söylemeden geçemeyeceğim güzel ayrıntılar var. Yazar konuyu, yaşanan olayları ve aşkları o kadar güzel bir dil kullanarak anlatmış ki; bu anlatımda bizim Türk örf,adet, gelenek, ar ve edep çizgimizden ödün verimeden gerçekleştirmiş. Olağanüstü bir anlatım... Mükemmel kelime hazinesi...
Ya evin sevimli köpeğinin ismine ne demeli " Masal" bir köpek için bir romanda bu kadar güzel bir isim olabilirdi... Ne diyeyim şanslı bir köpekmiş:)
Kitabı
iyi ki almışım. Muhteşem bir kurgu,
harika bir dil, enfes bir anlatım tarzı.
Kitaplığımda
bekleyen “LA” yı ve diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum.
Okuduğum
için çok mutluyum. Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı. Hatta daha da ileri gidiyorum
klasikler arasına girmesi gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Aynalar
İnsanların aynaları nasıl ve
ne zaman kullanmaya başladığı ve neden aynaya ihtiyaç duyduğu hep merakımı
çekmiştir. Aynalar bize ne katar, ne verir ya da aynalar bizden neleri alıp
götürür. Bu konuda hep düşünmüşümdür. Merakımı gidermek adına yaptığım küçük
çaplı araştırmada ise bazı dikkat çekici bilgilere ulaştım. Aynaların insanlık
tarihi kadar eski bir kullanım geçmişi olduğunu, ilk insanların kendilerini
görebilmek için, göllerin ve durgun su birikintilerinin yüzeylerine
baktıklarını, Mısırlılar, İbraniler ve Romalıların maden levhalarının yüzlerini
cilalayarak madeni aynalar yaptıklarını öğrendim.
Ayrıca günümüzden 4 bin yıl
önce insanların lavların küllerini kullanarak cisimleri cilalaması sonucunda
aynalar yaptıklarını, cam aynaların ise ilk Fenikeliler tarafından kullandığı
bilgilerine ulaştım. 17.yüzyıla kadar Avrupa’da insanlar metal cisimleri
parlatarak aynalar kullanmışlardır.
19.yüzyılın başlarında ise Alman kimyacı Justus von Liebig (1803-1873) camın üzerine bir çözeltiyle gümüş kaplama yöntemini bulmuş ve bu yöntem günümüzde bile günlük amaçlar için kullanılan aynaların üretiminde uygulanmaya başlanmıştır.
Peki, insanları kendi
suretini görmek adına bu kadar uğraş vermesine iten sebep nedir diye hiç
düşündünüz mü? Kişinin kendisinin fiziki dış görünüş olarak nasıl gördüğünü ve
diğer insanların kendisine baktıklarında ne gördüklerini bilmenin yattığını düşünüyorum.
İnsan olarak bizler, birey
olarak her aynaya baktığımızda dış görünüşümüzü değerlendiriyoruz. Saçlarım
düzgün taranmış mı, jöleye fazla mı kaçırdım acaba, kilo almış mıyım, bu
gömleği mi giysem yoksa üzerine hırka mı alsam gibi…
Öyle de insanoğlunun fiziği
değişirken fikri de değişmiyor mu? Fiziğimizin son durumunu aynalarda izlerken,
diğer insanlarda dış görünüşümüzü gözlemlerken ve görürken kıyafetlerimiz ve
fiziki görünüşümüz içerisinde yaşattığımız fikir, düşünce, anlama, ahlak ve
davranış gibi aslında insanı insan yapan değerler hakkında aynaların kendisine
bakan insana bir fikir verdiği söylenemez.
Keşke fiziksel görünümümüz dışında
vicdanımızın ve ruhumuzun da yansımasını gösteren aynalar olsa. Aynaya baktığımızda
bugün iş arkadaşının sorduğu soruya doğru cevap vermedin ve yalan söyledin; sen
bir yalancısın yazsa.
Ya da araç kullanırken kural
dışı davranarak arkandan gelen aracın sürücüsünün kaza yapmasına sebep oldun;
sen bir bencilsin ve vicdansızsın yazsa.
Yani içimizi ve ruhumuzu
yansıtan aynalar olsa ne güzel olur du değil mi?
Ama insanoğlunun böyle bir
aynayı yapması mümkün değil sanırım. Ama hepimiz birbirimizin aynası değil
miyiz zaten. Önemli olanın fiziki dış görünüşümüze önem verdiğimiz kadar
içimizdeki aynaya yansıyanları karşımızdaki insanlara maske takmadan yansıtabilmek
olduğunu düşünüyorum.
Ünlü şairimiz aynalar
konusundaki düşüncelerini bakın şiire ne güzel de dökmüş…
AYNALAR
Gençliğimi kaybettim birtakım
odalarda;
Kaybolan gençliğimi aradığım
aynalarda
Ölüler dolaşıyor böğürlerinde
elleri,
Aynı şeyi arayan akraba
hayalleri.
…
Ahmet Muhip Dranas
Şimdi böyle aynalardan
bahsedince aklıma hemen sözleri ve müziği Ziya Metin Eryürek’e ait ve Salim
Dündar’ın seslendirdiği Aynalar isimli şarkı geldi. Salim Dündar aynalarla
insanlar arasındaki ilişkiyi çok güzel bir yorumla dile getirmişti. Dinlemekten
usanmadığım bir şarkı…
1 Ağustos 2014 Cuma
Karya Kraliçesi:Okudum Bitti...
Kitap Hakkında:
Adı: Karya Kraliçesi
Yazar: Funda Kalaycıoğlu
Sayfa Sayısı: 400
Boyut: 14 x 21 cm
Yayınevi: Destek Yayınları
Basım Tarihi: İstanbul, 2000
Kağıt Türü: 2.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti: 22 TL
Değerlendirmem: %70
Ne Buldum: Halikarnas bölgesi tarihi hakkında bilgi sahibi oldum
Yazar
Hakkında:
1956
yılının aralık ayında Çamlıca’da bahçe içinde bir evde doğmuştur.
Babasının
memur olması sebebiyle iki yaşındayken Ağrı’nın Taşlıçay kazasına, bir müddet
sonra oradan da Ünye’ye taşınmıştır.
1973
yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesine giren Kalaycıoğlu 1977
yılında finans bölümünden dereceyle mezun olmuştur.
Son
sınıfta başladığı lisansüstü kurlarından sonra doktora kurlarını da tamamlayıp,
yeterlilik sınavını vererek doktora tezini hazırlamıştır.
Ancak
iş yaşamıyla akademik kariyer çalışmalarını bir arada yürütemeyen Kalaycıoğlu
1984 yılında doktora çalışmalarını yarıda bırakmıştır.
On
beş yıl boyunca birçok büyük firmada finansal yöneticilik görevinde
bulunmuştur.
Cankut
adında bir oğul dünyaya getirdikten sonra ise kendini biraz daha çocuğuna ve
evine vermiştir.
İyi
bir okuyucu olan Kalaycıoğlu yazmaya Nüveyre isimli kitabı ile başlamıştır. Bu
kitabı yazarken yaptığı derinlemesine araştırmalar aslında diğer kitaplarına da
kaynak oluşturmuştur.
Şu
sıralarda Hasankeyf’in Karları
isimli kitabını okuyucularıyla buluşturmak üzere yoğun bir çalışma içindedir.
Diğer Eserleri:
Nüveyre
İçimdeki Yabancı
Bir Derya Öyküsü Adalı
Konusu
Arka Kapaktan:
Karya'nın
yüce kraliçesiydi o... Görevleri, tacı ve hükmetmek zorunda olduğu bir ülkesi
vardı. Tacı elinden alınıp başkenti Halikarnas'tan uzaklaştırıldığında geri
döneceğine yenim etmişti. Yeminini
tuttu! Fakat ne pahasına...
İki ölümsüz varlığa bağlamıştı tüm yaşamını; Sevgili
kenti Halikarnas ve Zeus'un oğlu Büyük İskender... Asya'nın Kralı! Ömrünü bu
iki sevgili varlığa asla sahip olunamayacağını öğrenerek tüketti, bitirdi. Yüce
Tanrı Kraliçe olarak ağlayamazdı. Diğer ölümlüler gibi gönlünün peşinden
gidemez, onlara özgü zayıflıkları olamazdı. Fakat Yüce Tanrıları ona
öğrettiler.
“Halikarnas’ın Gizemi,” Karya Kraliçesi Ada’yla Asya’nın Kralı Büyük İskender’in bin yılların karanlıklarına gömülmüş olan ve ne yazık ki yeterince bilgiye sahip olamadığımız aşklarının, tarihi gerçekler ışığında kurgulanmış öyküsüdür.
“Halikarnas’ın Gizemi,” Karya Kraliçesi Ada’yla Asya’nın Kralı Büyük İskender’in bin yılların karanlıklarına gömülmüş olan ve ne yazık ki yeterince bilgiye sahip olamadığımız aşklarının, tarihi gerçekler ışığında kurgulanmış öyküsüdür.
Kitap Hakkındaki
Yorumum:
Bu
kitabı geçen yıl Kitap Fuarı’nda dikkatimi çektiği için almıştım. Tarihi roman
oluşu, üstüne üstlük olayların geçtiği mekânın ülkemiz toprakları üzerinde geçiyor
oluşu, buna bir de kitabın yazarının yerli bir yazarımız oluşu eklenince
alınmayı ve okunmayı hak ediyor diye düşündüm. Aradan aylar geçmesine rağmen
kitabı okumak ancak bu günlere nasip oldu.
Kitabı
almakla ne kadar iyi karar verdiğimi okuduktan sonra daha iyi anladım ve
kendimle bu seçimimden dolayı gurur duydum:)
Bilindiği
üzere üzerinde yaşadığımız ve Anadolu dediğimiz bu verimli, sulak ve cennet köşesi
topraklar tarih boyuncu insanlığın ilk dönemlerinden itibaren farklı ve büyük
medeniyetlere de ev sahipliği yapmıştır. İşte yazarımız Kalaycıoğlu da
Halikarnas (Bodrum) üzerinde yaşamış Karyalıları ve onların muhteşem
kraliçeleri Ada’nın yaşadıklarını harika bir tarih romanı olarak kaleme almış
ve ortaya enfes bir kitap çıkartmış. Kitap içerisinde yaşanan bazı olaylar
absürt olsa da (evlilikler gibi) bu geleneklerin o toplumda geçerli
olabileceğini tasvip etmesem de kabul etmek durumundayım.
Neyse
bir an içsesim bu konuda benimle fikir mütalaasına girmek istese de bunu başka
bir zamana bırakmasını söyledim.
Şimdi
kitapta ne var ne yok ona bakalım:
Pers
krallığına bağlı bir satrap olarak ülkesini babası Hekeotomnos ölümünden sonra
kız kardeşi Artemis’le evlenerek yöneten Mousollos güçlü ve sevilen bir
kraldır. Küçük kız kardeşi Ada ise
onların kanatları altında mutlu bir hayat sürmektedir. Aradan geçen zaman
içinde serpilip gelişir ve alımlı genç bir kız olur. Bir gün bu ülkeyi
yönetmeyi ise içten içe hep istemektedir. O gün çok sürmeden gelmiştir, zira
ağabeyinin ve ablasının ani ölümleri bu fırsatı sunmuştur ona.
Lakin
bu o kadar basit değildir. Omuzlarında hissettiği sorumluluk ağırdır. Diğer
ağabeyi İdrieus ile evlenerek ülkeyi onunla birlikte yönetmeye başlar. Fakat şanssızlık Ada’nın yakasını bir türlü
bırakmaz ve eşi İdrieus’un ölümünün ardından tek başına kalır ve Karya’nın
Kraliçesi olur.
Bu
durumu çekemeyen diğer kardeşi Piksodaros’un gizliden gizliye yürüttüğü planı
sayesinde Ada Alinda Kalesi’ne sürgüne gönderilir. İhanete uğramıştır. Ama
sabırla öcünün alınacağı anı da beklemeye başlar. Alinda Kalesi’ndeki yaşamı
sırasında siyasal ve askeri gelişmeleri yakından takip ederek, kurmuş olduğu
Perslere özgü haberleşme sistemi sayesinde tüm gelişmelerden zamanında haberdar
olmuş ve bu yolla kendi kaderini ve Karya’nın kaderini değiştirmeyi başarmıştır.
Ama
Krallığını ve halkını Büyük İskender ve ordularına karşı koruyabilecek midir?
Krallığının
akıbetini ve Karya Kraliçesi Ada’nın dâhiyane askeri ve siyasi planını merak
ediyorsan okumalısın…
Bu
arada yazarın “Hasankeyf’in
Karları” adlı kitabının çıkmasını ve elime alıp okumayı sabırsızlıkla
bekliyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)