Sayfalar

31 Ağustos 2014 Pazar

Bahçalarda Mor Meni

Nar Ağacı



KİTAP HAKKINDA:

Yazar: Nazan Bekiroğlu
Kaç Sayfa: 533
Boyut:13x21 cm
Yayınevi: Timaş Yayınları
Basım Tarihi: İstanbul, 2012
Kağıt Kalitesi: 2.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti: 22,50 TL
Puanlamam: %95
Ne Buldum: dünya klasikleri arasına girmesi gereken bir roman




YAZARIN HAYATI:
3 Mayıs 1957 tarihinde Trabzon’da doğan Nazan Bekiroğlu, ilk ve orta tahsilini aynı kentte yaptı. 1979 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Dört yıl lise öğretmenliği yaptı. Yıllar 1985’i gösterdiğinde KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak girdi. Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü Halide Edib Adıvar’ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili konulu doktorasını tamamladı (1987). Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Şair Nigâr Hanım konulu çalışmasıyla 1995 senesinde doçent oldu. 1998′den itibaren aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu 4 Mayıs 2001′de profesör olmuştur.

Şehirli ve kültürlü bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olan Nazan Bekiroğlu; inançlı ve muhafazakâr bir baba ile titiz ve oldukça eğitimli bir annenin, iki de ağabeyin kanatları arasında küçük kardeş olmanın da etkisiyle nazlanarak, korunarak, esirgenerek büyümüştür.  Ailesi çocukluğunda Türkçesi bozulur diye sokağa bile inmesini yasaklamış ve oyun arkadaşları tek tek seçilmiştir.
Bu sebepledir ki çoğu zaman kendisinin Karadenizliliğinin hiç hissedilmediğini söyleyenler olmuştur. 
1997 yılından beri deneme, hikâye, roman ve incelemeleri Dolunay, Türk Edebiyatı, Milli Kültür, Kayıtlar, Yedi İklim, Dergâh dergilerinde ve Zaman Gazetesinde yayımlanmıştır.  2003 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülünü, 2006 yılında ise Cam Irmağı Taş Gemi ile de aynı birliğin Hikâye Ödülü’nü almıştır. Nar Ağacı adlı eseriyle okuyucularının kalbinde hatırı sayılır bir yer edinen Nazan Bekiroğlu iki kız çocuğu annesi ve son dönemlerde en çok okunan yazarlardan biridir.

ESERLERİ
Nun Masalları (Öykü,1997) 
Şair Nigâr Hanım (İnceleme,1998) 
Halide Edib Adıvar (İnceleme,1999) 
Mor Mürekkep (Deneme,1999) 
Yusuf İle Züleyha / Kalbin Üzerine Titreyen Hüzün (Şark Mesnevîsi, 2000) 
Mavi Lâle (Deneme, 2001) 
İsimle Ateş Arasında (Roman, 2002) 
Cümle Kapısı (Deneme, 2004) 
Cam Irmağı Taş Gemi (Hikâye, 2006)
Lâ: Sonsuzluk Hecesi (Roman, 2008)    


KONUSU (ARKA KAPAKTAN)

Nazan Bekiroğlu'ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman.Balkan Savaşı döneminde başlayıp 1.Dünya Savaşı'na uzanan bir öykü...Trabzon'dan ve Tebriz'den doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak...Aslında çok ırmak... Tebriz'in en büyük, en asil halı tüccarının delifişek oğlu Setterhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra... Ateşin bakışlı ateşin duruşlu; ırmağını kendi bildiğince alev ateş akıtmayı seçen bir genç kız Azam. Adı ne aşk ne de dostluk olan bir duyguyla Setterhan2ın ırmağına dolanan Batumlu kitapçı Sophia. Acıyla yoğrulan, yoğruldukça durulaşani kendi varlıklarını sevdiklerinin varlığında eriten Büyükhanım ve Hacıbey... Ve hep kendi içine doğru akan, kendi ırmağını gencecik yaşta milleti için kurutan, Trabzon'un "kırık kafiyesi" İsmail, ah İsmail... İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhacerat, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu.
 "Nar Ağacı" hayal kadar zengin, roman kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikaye... İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanı çarpacak yıllarca unutulmayacak bir kitap...                         
                                

KİTAP HAKKINDA 
Nar, en sevdiğim meyvelerden birisinin adı. Nar Ağacı da en sevdiğim kitabın ismi.
Konu hem kitap hem nar olunca ve bu ikisi bir yerde toplanınca ilgimi çekip de almıştım.
Uzun zamandır okumak isteyip de okumayı hep ertelediğim bir kitaptı. İşim gereği gece nöbetleri, gündüz mesaileri derken okumam biraz zaman aldı. Yerli yazarlarımızdan Prof.Dr. Nazan Bekiroğlu’nun okuduğum ilk kitabı. Kitabın konusu ve kısa bir özetini  şu şekilde aktarabilirim:

Roman farklı iki coğrafi bölgede geçiyor. Bir tarafta Anadolu topraklarında Trabzon ve kısmen de olsa İstanbul anlatılırken, diğer tarafta Taht-Süleyman,Tebriz, Tiflis, Batum, Bakü anlatılıyor. Trabzon’da Zehra yaşıyor, Tebriz’de Setterhan. Zehra yazar Bekiroğlu’nun büyükannesi, Setterhan ise büyükbabası.
Yazarın kendisine aynı zamanda romanı anlatma görevini yüklemiş.  Bunun sebebi de romanın baş karakterlerinin onun anneannesi ile dedesinin bir araya gelmesinin öyküsü olmasındandır.
Otuz yıl evvel postaya verilen bir mektup yazarın dedesinin yaşadığı topraklarda onların izini sürmeye karar vermesiyle başlar. Dedesi Setterhan, babası Mirza Han ile birlikte halı ticareti ile uğraşan yağız bir delikanlıdır. Zehra ise ağabeyi İsmail ile birlikte Trabzon’da nenesi ve dedesi Hacıbey ile birlikte yaşamaktadır.
Setterhan Taht-ı Sülayman’dan çıkarak almış oldukları halı siparişlerini ve teslim ettiklerinin tahsilâtını yapmak üzere babası tarafından Batum-Tebriz-Tiflis’ e gönderir. Bu işi de ayrıca iyi yapmaktadır.
Halıların dokunduğu bir atölyeleri bile vardır. Atölyede birçok genç kız çalışmaktadır. Bunlardan bir tanesi de aileye küçük yaşlarda öksüz ve yetim olarak giren Azam'dır. Setterhan gönlünü Azam’a kaptırmış, ona delicesine âşık olmuştur.
Bu arada Anadolu balkan harbine girmiş Zehra’nın ağabeyi İsmail ile birlikte gönlünü hafiften kaptırdığı resim öğretmeni de gönüllü olarak Trabzon Taburu’na yazılarak Gülcemal isimli vapurla İstanbul’a yola çıkmışlardır. Mirza Han, Setterhan’ın Azam’a âşık olduğunu anlamıştır ama önce Yezde gitmesi ve halıları kendi elleri ile teslim etmesi gereken önemli bir müşterisi olduğunu söyler ve dönüşte nişan yapacaklarına söz verir. Gel gelelim Azam tüm bunlardan habersizdir. 

Yezd de halıları teslim eden Setterhan son olarak Zerdüst ağasının halısını teslim etmek üzere ağanın evine vardığında onu oğlu Piruz karşılar. Piruz ile Setterhan iyi anlaşırlar ve arkadaş olurlar. Oradan ayrılırken Piruz’u Taht-ı Süleyman’a davet eder. 




Üniversite diplomasını almak üzere Tebrize geleceğini söyleyen Piruz bu daveti kabul eder ve bir müddet sonra ziyarete gelir. Piruzu Setterhan’ın babası Mirza Han iyi karşılasa da annesi pek ısınamaz ve sevmez. Piruz’a bu ziyaret esnasında halı atölyesini de gezdirir Setterhan. Ama çok büyük bir yanlış yaptığını daha sonra anlayacaktır. Bu hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Zira Piruz atölye de Azam’ı görecek ve her ikisi de birbirlerine bir anda vurulacak, âşık olacaktır. Sonrasında ise bir gece birlikte kaçacaklardır. Durumu öğrenen aile efradı Setterhan’ın üzerinde ister istemez bir baskı oluşturmuştur. Gelenekler ve tabu bu olayı affedilemez bulur. Aile şerefi lekelenmiştir.
Setterhan günlerce, haftalarca her iki aşığı da öldürmek ya da şehri terk etmek konusunda kararsız kalır ve sonunda pusuda beklerken yakaladığı Piruz’un söylediği bir söz kendisinde derin bir iz bırakır.
Her ikisini de gönülden affetmese de yaşamalarına izin verir. Ama memleketini terk ederek, halı teslimatı için gittiğinde Batum’da tanıştığı iyi arkadaş olduğu Sofya’nın ve Vasili’nin yanına gider. Orada kitapçı dükkânında bir müddet çalışır. Vasili ise askere gitmiştir.


Bu arada Trabzon’da Zehra’nın hayatında değişikler olmaya başlamıştır. Zira Rus donanma gemileri Trabzon önlerine kadar gelmiştir. Kısa sürede şehir işgal tehlikesi ile karşı karşıyadır. Zehra’nın dedesi Hacıbey kendisi hariç Zehra’nın, Büyükhanım’ın, ermeni komşularının Trabzon’u terk ederken yanlarına bıraktığı küçük kızı Anuş’un Trabzon’dan ayrılarak Samsun’a, oradan da İstanbul’a gitmesine karar verir. Alelacele hazırlanılarak vapurla güç bela İstanbul’a yola çıkmışlardır. Vapura köpekleri Masal’ı da güç bela aldırmayı başarırlar. Bu arada Batum karışmaya başlamış Bolşeviklerle Menşeviklerin kapışması an meselesidir. Odasına gelen Sofya’dan istemeden de olsa kaçan Setterhan Ermeni çeteleri tarafından yakalanır.

Evet işte roman bu şekilde devam eder gider. Askere gitmiş olan İsmail ve resim öğretmenine ne olmuştur. Zehra ve nenesi acaba kurtulacaklar mıdır? Ermeni çeteleri Setterhan’ı öldürecekler midir,   Zehra ile Setterhan ne zaman nerede nasıl bir araya gelecektir. Sorular... sorular... sorular...
Cevapları Nar Ağacı’nda gizlenmiş durumda. Okuyup merakını gidermek isteyenler gerçek yaşam öykülerini, savaşın neleri alıp götürdüğünü, kimlerin hayatına kaderin hangi ağlarını ördüğünü öğreneceklerdir.

Nazan Bekiroğlu mükemmel bir iş başararak Balkan savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasında birbirinden farklı mekânlarda kaderin yön verdiği gerçek bir aşk hikâyesini ustalıkla sunmuş biz okuyuculara.
Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum ve İstanbul gibi farklı topraklarda bu romanla birlikte tarihte bir yolculuğa çıkıyor ve o zamanın şartlarında savaş ile dağılıp bir araya gelen hayatları adeta onlarla birlikte yaşıyor insana. Kimimiz Setterhan oluyor, kimimiz Zehra ya da Sofya…
Kitabın yapısını oluşturan bölümlerin arasında bir de yazar günümüz zamanına geçiş bölümleri diyebileceğimiz kısımlarla bağlamış. Bu geçişleri ise o kadar ustalıkla yapmış ki okuyucunun hem bölümler arasında bir nefeslenmesi hem de diğer bölümde merak içinde bırakılan kısmın nasıl geliştiğini öğrenme fırsatı bulmuş oluyor.

Beni etkileyen bölümlerden bir kaçını ise şöyle sıralayabilirim. Balkan Harbi’nde şehit olan askerlerin tren garında vagonlardan boşaltılması, yardım derneği gönüllülerinin o cenazeleri emanet olarak algılayıp, usullerine göre defnetmesi; Zehra'ların İstanbul’a giderken yaşadıkları ve gördükleri manzaralar. İsmail’in hatıra defterinde anlattıkları, Piruz’un Setterhan’a söylediği can alıcı söz… 
Bir de söylemeden geçemeyeceğim güzel ayrıntılar var. Yazar konuyu, yaşanan olayları ve aşkları o kadar güzel bir dil kullanarak anlatmış ki; bu anlatımda bizim Türk örf,adet, gelenek, ar ve edep çizgimizden ödün verimeden gerçekleştirmiş. Olağanüstü bir anlatım... Mükemmel kelime hazinesi...
Ya evin sevimli köpeğinin ismine ne demeli " Masal" bir köpek için bir romanda bu kadar güzel bir isim olabilirdi... Ne diyeyim şanslı bir köpekmiş:)

Kitabı iyi ki almışım.  Muhteşem bir kurgu, harika bir dil,  enfes bir anlatım tarzı.
Kitaplığımda bekleyen “LA” yı ve diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum.
Okuduğum için çok mutluyum. Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı. Hatta daha da ileri gidiyorum klasikler arasına girmesi gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Salim Dündar - Aynalar

Aynalar

İnsanların aynaları nasıl ve ne zaman kullanmaya başladığı ve neden aynaya ihtiyaç duyduğu hep merakımı çekmiştir. Aynalar bize ne katar, ne verir ya da aynalar bizden neleri alıp götürür. Bu konuda hep düşünmüşümdür. Merakımı gidermek adına yaptığım küçük çaplı araştırmada ise bazı dikkat çekici bilgilere ulaştım. Aynaların insanlık tarihi kadar eski bir kullanım geçmişi olduğunu, ilk insanların kendilerini görebilmek için, göllerin ve durgun su birikintilerinin yüzeylerine baktıklarını, Mısırlılar, İbraniler ve Romalıların maden levhalarının yüzlerini cilalayarak madeni aynalar yaptıklarını öğrendim.

Ayrıca günümüzden 4 bin yıl önce insanların lavların küllerini kullanarak cisimleri cilalaması sonucunda aynalar yaptıklarını, cam aynaların ise ilk Fenikeliler tarafından kullandığı bilgilerine ulaştım. 17.yüzyıla kadar Avrupa’da insanlar metal cisimleri parlatarak aynalar kullanmışlardır. 
19.yüzyılın başlarında ise Alman kimyacı Justus von Liebig (1803-1873) camın üzerine bir çözeltiyle gümüş kaplama yöntemini bulmuş ve bu yöntem günümüzde bile günlük amaçlar için kullanılan aynaların üretiminde uygulanmaya başlanmıştır.

Peki, insanları kendi suretini görmek adına bu kadar uğraş vermesine iten sebep nedir diye hiç düşündünüz mü? Kişinin kendisinin fiziki dış görünüş olarak nasıl gördüğünü ve diğer insanların kendisine baktıklarında ne gördüklerini bilmenin yattığını düşünüyorum.

İnsan olarak bizler, birey olarak her aynaya baktığımızda dış görünüşümüzü değerlendiriyoruz. Saçlarım düzgün taranmış mı, jöleye fazla mı kaçırdım acaba, kilo almış mıyım, bu gömleği mi giysem yoksa üzerine hırka mı alsam gibi…

Öyle de insanoğlunun fiziği değişirken fikri de değişmiyor mu? Fiziğimizin son durumunu aynalarda izlerken, diğer insanlarda dış görünüşümüzü gözlemlerken ve görürken kıyafetlerimiz ve fiziki görünüşümüz içerisinde yaşattığımız fikir, düşünce, anlama, ahlak ve davranış gibi aslında insanı insan yapan değerler hakkında aynaların kendisine bakan insana bir fikir verdiği söylenemez.
Keşke fiziksel görünümümüz dışında vicdanımızın ve ruhumuzun da yansımasını gösteren aynalar olsa. Aynaya baktığımızda bugün iş arkadaşının sorduğu soruya doğru cevap vermedin ve yalan söyledin; sen bir yalancısın yazsa.
Ya da araç kullanırken kural dışı davranarak arkandan gelen aracın sürücüsünün kaza yapmasına sebep oldun; sen bir bencilsin ve vicdansızsın yazsa.
Yani içimizi ve ruhumuzu yansıtan aynalar olsa ne güzel olur du değil mi?



Ama insanoğlunun böyle bir aynayı yapması mümkün değil sanırım. Ama hepimiz birbirimizin aynası değil miyiz zaten. Önemli olanın fiziki dış görünüşümüze önem verdiğimiz kadar içimizdeki aynaya yansıyanları karşımızdaki insanlara maske takmadan yansıtabilmek olduğunu düşünüyorum.
Ünlü şairimiz aynalar konusundaki düşüncelerini bakın şiire ne güzel de dökmüş…

AYNALAR
Gençliğimi kaybettim birtakım odalarda;
Kaybolan gençliğimi aradığım aynalarda
Ölüler dolaşıyor böğürlerinde elleri,
Aynı şeyi arayan akraba hayalleri.
                   Ahmet Muhip Dranas

Şimdi böyle aynalardan bahsedince aklıma hemen sözleri ve müziği Ziya Metin Eryürek’e ait ve Salim Dündar’ın seslendirdiği Aynalar isimli şarkı geldi. Salim Dündar aynalarla insanlar arasındaki ilişkiyi çok güzel bir yorumla dile getirmişti. Dinlemekten usanmadığım bir şarkı… 

1 Ağustos 2014 Cuma

Karya Kraliçesi:Okudum Bitti...

Kitap Hakkında:

Adı: Karya Kraliçesi

Yazar: Funda Kalaycıoğlu

Sayfa Sayısı: 400

Boyut: 14 x 21 cm

Yayınevi: Destek Yayınları

Basım Tarihi: İstanbul, 2000

Kağıt Türü: 2.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti: 22 TL
Değerlendirmem: %70
Ne Buldum: Halikarnas bölgesi tarihi hakkında bilgi sahibi oldum

Yazar Hakkında:
1956 yılının aralık ayında Çamlıca’da bahçe içinde bir evde doğmuştur.
Babasının memur olması sebebiyle iki yaşındayken Ağrı’nın Taşlıçay kazasına, bir müddet sonra oradan da Ünye’ye taşınmıştır.
1973 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesine giren Kalaycıoğlu 1977 yılında finans bölümünden dereceyle mezun olmuştur.
Son sınıfta başladığı lisansüstü kurlarından sonra doktora kurlarını da tamamlayıp, yeterlilik sınavını vererek doktora tezini hazırlamıştır.
Ancak iş yaşamıyla akademik kariyer çalışmalarını bir arada yürütemeyen Kalaycıoğlu 1984 yılında doktora çalışmalarını yarıda bırakmıştır.
On beş yıl boyunca birçok büyük firmada finansal yöneticilik görevinde bulunmuştur. 
Cankut adında bir oğul dünyaya getirdikten sonra ise kendini biraz daha çocuğuna ve evine vermiştir.
İyi bir okuyucu olan Kalaycıoğlu yazmaya Nüveyre isimli kitabı ile başlamıştır. Bu kitabı yazarken yaptığı derinlemesine araştırmalar aslında diğer kitaplarına da kaynak oluşturmuştur.
Şu sıralarda Hasankeyf’in Karları isimli kitabını okuyucularıyla buluşturmak üzere yoğun bir çalışma içindedir.
  
Diğer Eserleri:
Nüveyre
İçimdeki Yabancı
Bir Derya Öyküsü Adalı
                                                     Konusu Arka Kapaktan:
Karya'nın yüce kraliçesiydi o... Görevleri, tacı ve hükmetmek zorunda olduğu bir ülkesi vardı. Tacı elinden alınıp başkenti Halikarnas'tan uzaklaştırıldığında geri döneceğine yenim etmişti. Yeminini tuttu! Fakat ne pahasına...
İki ölümsüz varlığa bağlamıştı tüm yaşamını; Sevgili kenti Halikarnas ve Zeus'un oğlu Büyük İskender... Asya'nın Kralı! Ömrünü bu iki sevgili varlığa asla sahip olunamayacağını öğrenerek tüketti, bitirdi. Yüce Tanrı Kraliçe olarak ağlayamazdı. Diğer ölümlüler gibi gönlünün peşinden gidemez, onlara özgü zayıflıkları olamazdı. Fakat Yüce Tanrıları ona öğrettiler.
“Halikarnas’ın Gizemi,” Karya Kraliçesi Ada’yla Asya’nın Kralı Büyük İskender’in bin yılların karanlıklarına gömülmüş olan ve ne yazık ki yeterince bilgiye sahip olamadığımız aşklarının, tarihi gerçekler ışığında kurgulanmış öyküsüdür. 



Kitap Hakkındaki Yorumum:
Bu kitabı geçen yıl Kitap Fuarı’nda dikkatimi çektiği için almıştım. Tarihi roman oluşu, üstüne üstlük olayların geçtiği mekânın ülkemiz toprakları üzerinde geçiyor oluşu, buna bir de kitabın yazarının yerli bir yazarımız oluşu eklenince alınmayı ve okunmayı hak ediyor diye düşündüm. Aradan aylar geçmesine rağmen kitabı okumak ancak bu günlere nasip oldu.
Kitabı almakla ne kadar iyi karar verdiğimi okuduktan sonra daha iyi anladım ve kendimle bu seçimimden dolayı gurur duydum:) 
Bilindiği üzere üzerinde yaşadığımız ve Anadolu dediğimiz bu verimli, sulak ve cennet köşesi topraklar tarih boyuncu insanlığın ilk dönemlerinden itibaren farklı ve büyük medeniyetlere de ev sahipliği yapmıştır. İşte yazarımız Kalaycıoğlu da Halikarnas (Bodrum) üzerinde yaşamış Karyalıları ve onların muhteşem kraliçeleri Ada’nın yaşadıklarını harika bir tarih romanı olarak kaleme almış ve ortaya enfes bir kitap çıkartmış. Kitap içerisinde yaşanan bazı olaylar absürt olsa da (evlilikler gibi) bu geleneklerin o toplumda geçerli olabileceğini tasvip etmesem de kabul etmek durumundayım.
Neyse bir an içsesim bu konuda benimle fikir mütalaasına girmek istese de bunu başka bir zamana bırakmasını söyledim.

Şimdi kitapta ne var ne yok ona bakalım: 
Pers krallığına bağlı bir satrap olarak ülkesini babası Hekeotomnos ölümünden sonra kız kardeşi Artemis’le evlenerek yöneten Mousollos güçlü ve sevilen bir kraldır.  Küçük kız kardeşi Ada ise onların kanatları altında mutlu bir hayat sürmektedir. Aradan geçen zaman içinde serpilip gelişir ve alımlı genç bir kız olur. Bir gün bu ülkeyi yönetmeyi ise içten içe hep istemektedir. O gün çok sürmeden gelmiştir, zira ağabeyinin ve ablasının ani ölümleri bu fırsatı sunmuştur ona.
Lakin bu o kadar basit değildir. Omuzlarında hissettiği sorumluluk ağırdır. Diğer ağabeyi İdrieus ile evlenerek ülkeyi onunla birlikte yönetmeye başlar.  Fakat şanssızlık Ada’nın yakasını bir türlü bırakmaz ve eşi İdrieus’un ölümünün ardından tek başına kalır ve Karya’nın Kraliçesi olur.
Bu durumu çekemeyen diğer kardeşi Piksodaros’un gizliden gizliye yürüttüğü planı sayesinde Ada Alinda Kalesi’ne sürgüne gönderilir. İhanete uğramıştır. Ama sabırla öcünün alınacağı anı da beklemeye başlar. Alinda Kalesi’ndeki yaşamı sırasında siyasal ve askeri gelişmeleri yakından takip ederek, kurmuş olduğu Perslere özgü haberleşme sistemi sayesinde tüm gelişmelerden zamanında haberdar olmuş ve bu yolla kendi kaderini ve Karya’nın kaderini değiştirmeyi başarmıştır.
Ama Krallığını ve halkını Büyük İskender ve ordularına karşı koruyabilecek midir?
Krallığının akıbetini ve Karya Kraliçesi Ada’nın dâhiyane askeri ve siyasi planını merak ediyorsan okumalısın… 
Bu arada yazarın “Hasankeyf’in Karları” adlı kitabının çıkmasını ve elime alıp okumayı sabırsızlıkla bekliyorum.