Sayfalar

21 Nisan 2014 Pazartesi

içimizdeki huzuru ararken

Murat eşine allahaısmarladık bile demeden sinirli bir şekilde kapıdan çıktı ve arabasına bindi. Arabayı çalıştırdı, ana caddede yol almaya başladı. Oysa her sabah evden çıkmadan yatağında uyuyan dört yaşındaki güzeller güzeli kızının alnına bir buse kondurur işe öyle giderdi. Şimdiyse sinirinden bunu bile yapmamıştı. Hâlbuki kalktığında eşine kahvaltıda yumurtayı rafadan istediğini sahanda istemediğini söylemişti. Ama bilmiyordu ki eşi kendisini yanlış anlamış istemeyerek sahanda yumurta yapmıştı. Olsun ne fark ederdi ki, o öyle istemişti işte. Ayrıca akşamki olayda da kendisi haklı değil miydi? 
Aslına bakılırsa akşamki tartışma sudan sebeple çıkmış ve incir çekirdeğini doldurmayacak bir şeydi. Kendisi konuyu uzattıkça uzatmış, eşiyse alçak gönüllülük göstererek olayı daha fazla uzatmamak için susmuştu.

Murat her zaman böyle agresif değildi, ama son dönemde işinde yaşadığı sorunlar ve yoğunluk onu biraz yormuştu. Zihni yorgun olduğunda da yapısı itibari ile olumlu davranışlar gösteremiyordu. Belgin de bunu bildiği için alttan alıyordu.

Yalnız Murat haklı çıkmış olmak için hala kendini kandırmaya devam ediyor içindeki vesveseyi durduramıyor; sen haklısın evin reisi değil misin, senin dediğin yapılmayacak ta kiminki yapılacak, diyerek bu küçücük olayı zihninden atmasını engelliyor, onu rahat bırakmıyordu. 

Şehir trafiği de sabahın bu saatinde amma hareketliydi. Komşu ildeki sekiz on bayii ziyaret edecekti. Otoyola bir çıksa gerisi kolaydı. Şehir çıkışındaki son kavşağa geldiğinde kırmızı ışığa yakalanmıştı. Dikkatini toplayamadığı için yaya geçidinin tam ortasında ancak durabilmişti. Tüm yaşananları unutup şu an itibariyle işine odaklanması gerekiyordu. Önünde bir hayli yol ve iş vardı. Geçen 46 saniye sonrasında yeşil ışık yandığında gaz pedalına yüklendi ve nihayet şehir içi trafikten çıkmayı başarmıştı.

İşlerini mümkün olduğunca kısa sürede bitirmek, karanlığa ve akşam trafiğine takılmadan eve dönmek istiyordu. Geçen seferki gibi iş görüşmesi sonrasında çayını yudumlarken kendisi gibi fanatik bayii çalışanlarıyla futbol konuşup, bu konuda gereksiz polemiğe girerek zaman harcamak ve çene çalmak istemiyordu. 
Radyoda bir müzik kanalını açtı. Görüşmeye başlamadan önce üzerindeki sinirlilik halini atmak istiyordu. Off off her hafta yapılan bu bayii görüşmelerinden bıkmış, usanmıştı. Adamlar hep daha fazla sorunla karşısına çıkıyor, hep daha fazla taviz bekliyorlardı. Zihnini esir alan siniri müzik sayesinde üzerinden atmıştı.

Allah'tan otoyolda gidiş yönünde trafik beklediğinden de akıcıydı. Bir buçuk saatte şehre girmişti. Kafasında görüşme yapacağı bayilerin konumunun bir krokisini canlandırarak bir ziyaret güzergâhı çizdi.
Öğleye kadar ancak üç tane bayii ziyaret edebilmişti. Kendisini daha fazla zorlayamadı. Sabahtan da kahvaltı yapmadan evden çıktığı için midesi kazınmış ve çok acıkmıştı. Yalnız bu sefer bir değişiklik yapıp her hafta yemek yediği restoranda gitmek yerine değişik yerde farklı bir şey yemek istiyordu. Sahil şeridindeki restoranların olduğu caddeye girip canı nerede dur derse orada durup yiyecekti. Selimbaba isimli restoranın önünde park etti. Restoranın ismi hoşuna gitmişti.

Restoran amma da kalabalıktı. Şöyle cam kenarında bir masaya oturup denize karşı balık yemek istiyordu. Cam kenarındaki tüm masaların dolu olduğunu fark etti. İnsanların hepsinin balık mı yiyesi tuttu kardeşim diye söylenerek direk dibinde boş bir masaya oturdu. Cam kenarına ferah ferah oturmayı tercih ederdi. Yapacak bir şey yok bugün şanssızım işte diye düşündü.
Ne alırsınız efendim diyen garsona, kelebek açılmış, iyi pişirilmiş ızgara levrek ve şöyle güzel bir karışık mevsim salata ve içecek olarak sadece su dedi. Şöyle balığın yanında bir kadeh içmeyi yeğlerdim ama henüz hem mesaim bitmedi hem de eve dönüş yolum var uygun olmaz diye düşündü. Yemeğin gelmesini beklerken de bir çocuk gibi masadaki çatalla, bıçakla, tuzlukla oynayıp dururken görevli garson masaya salatayı getirdi. 

Çok acıkmıştı. Daha fazla dayanamayacaktı. Salatanın üzerine biraz limon sıkıp çatalla atıştırmaya başladı. Bir gün Belgin’le kızımı da getirsem birlikte şöyle karşılıklı bir yemek yesek onlar içinde iyi bir değişiklik olur diye düşündü.

Restorana girdiğinden bu yana çalan klasik Türk müziği ne olduysa kesilmiş, bir anda Candan Erçetin’in söylediği “yalan” çalıyordu. Nedensiz, bir anda sözlerini kendisi de mırıldanmaya başladı.  

Geri döndüren gördün mü geçmişi
Boşa soldurdun o nazlı gençliği
Bir avuç toprak için yor kendini
Dünyada ölümden başkası yalan
Yalan başkası yalan
Biraz evvel çok güzel bir hava varken şimdi aniden havanın kapatmaya başladığını karşı camdan görünce, sanırım yağış geliyor dedi. Basık ortamları ve kapalı havayı hiç sevmezdi. 

Oturduğu yerin direk dibi, kuytu bir köşede olması yetmezmiş gibi bir de hava kapatmıştı. Ruhu sıkılmış, içi daralmıştı. Sol göğsünün üzerinde hafiften bir ağrı hissetti. 
Az önce bir kurt kadar açken, şimdi iştahı da bir anda gitmişti.

Bu düşünceler içinde git-geller yaşarken balığı masaya servis yapan garsonun başka bir arzunuz var mı efendim sesiyle kendine geldi. Yok kardeşim, bir şey istemez, diyerek garsonu gönderdi. Biraz önce iştahla masaya oturmuşken, şimdi içindeki sıkıntıdan dolayı yemeğini zorlayarak yiyordu.

Tam bu esnada, girişte oturmayı düşündüğü cam kenarındaki masada ailesiyle oturan adamın arkasından geçmekte olan garsonun koluna ayağa kalkan başka bir müşteri çarptı. Çarpmanın etkisiyle servis tepsisindeki çorba kâsesi adamın omzundan aşağıya döküldü. Zavallının üstü başı batmış ufak çaplı bir kargaşa yaşanmıştı. Tüm bu olanları izlerken bardaktaki çayından son bir yudum aldı ve ödemesini yaptıktan sonra oradan ayrıldı.   

Koşuşturmaca içinde geçen bayii ziyaretlerinin hepsini bitirdiğinde ancak saatin hesapladığından da geç olduğunu fark etti. Çiseleyen yağmurun ve tempolu geçen ziyaretlerden kaynaklanan terlemenin bir sonucu olarak sırtı da ıslanmıştı.
Araca bindi,  emniyet kemerini taktı ve dönüş yoluna düştü. Sabahtan beri nedir benim bu başıma gelenler diyerek kendi kendine söyleniyordu. Kızgındı, yorgundu ve içinden bir türlü atamadığı sıkıntı bunaltıyordu adeta.
Planı yine tutmamış akşam trafiğine yakalanmıştı. Uzun bir süre yol aldıktan sonra otoyol gişe çıkışında yoğun bir araç kuyruğu olduğunu fark etti. Bunun gişedeki ödemelerden kaynaklandığını düşünüyordu. Yapacak bir şey yoktu. Ama gişelere yaklaştıkça polis aracı ve ambulans ışıklarını gördü. Merakı iyice artmıştı. Acaba ne olmuştu.

Sonunda tam ambulansın hizasına geldiğinde bir aracın çelik bariyerlere girdiğini görebildi.
Aracın hemen yanı başından geçerken yerde üzeri gazete ile örtülmüş iki cansız bedenin yattığını ve bunların başında da deliler gibi can havliyle çırpınan ve alnından yaralı bir adam gördü.  Bir an dehşetle irkildi. Işığın yansıması neticesinde kısa bir an da olsa adamın yüzünü görmüştü. Bu öğleyin yemek yediği restoranda, cam kenarındaki masada ailesiyle oturan ve üzerine çorba dökülen adamın ta kendisiydi. Allah kahretsin yerdekiler de adamcağızın eşi ve çocuğu olmalıydı.
Trafik polisinin devam et işaretiyle ilerlemek zorunda kaldı. Gişelerden geçti ve rahatlayan yolda hızla yol aldı. Ama aklı kaza yerinde kalmıştı.
Yaşadığı şehre planladığından geçte olsa dönmüştü. Başı zonkluyordu.  Sabah kırmızı ışığa yakalandığı kavşağa geldiğinde yine kırmızı yanmıştı. Bir anda içi titredi ve irkildi. Bismillah dedi.
İşte o anda iç sesine kulak verdi:  restoranda cam kenarına oturmuş olsaydın keyifle vermiş olduğun balığın yanında belki de bir kadeh içecektin ve belki de senin üzerine çorba dökülecek, bu nedenle berbat kıyafetle ziyaretleri gerçekleştiremeyecektin. Dolayısıyla yarın bu ziyaretler için tekrar bu kadar yolu çekecektin. Ayrıca belki de alkol aldığın için kazayı geçiren o adam değil de sen olacaktın. İç muhakemesi bittiğinde kendini biraz rahatlamış hissetti. Bu esnada 46 saniyelik süre geçmiş olacak ki yeşil ışık yanmıştı.
Evine geldiğinde aracı park eden Murat, pencereden ışığın yanık olduğunu görünce mutlu olmuştu. Çünkü eşi uyumamış onu beklemişti. Hava açmış, bir cırcır böceğinin sesi gecenin sessizliğini bozuyordu. Hemen duvardaki zili çaldı, içeriden kapıya yaklaşmakta olan eşinin ayak seslerini duyuyordu. Birkaç saniye sonra kapı açıldı. Eşinin gözlerinin içine baktı, kucaklayıp sıkıca sarıldı. Sonra yanağına bir buse kondurdu. Gözleri nemlenmiş evinde olmanın verdiği güvenle içine bir anda huzur dolmuştu. Hızlı adımlarla kızının odasına gitti. 

O bir melek gibi uyuyordu. Eğildi önce bukle bukle saçlarını kokladı ve alnına kocaman bir öpücük kondurdu. Odadan çıkamadı, birkaç dakika öyle ayakta kızının başında kala kaldı. Bugün yaşadığı ve yaşamadığı olaylar için yüce Rab'bine şükretti.
Yemekte iyi ki de alkol almamışım dedi ve o an bir daha kesinlikle bir tek kadeh dahi olsa alkol almayacağına kendi kendine söz verdi. Üzerinden büyük bir yükün kalktığını, bir kuş kadar hafiflediğini hissetti. Huzurun kendi içinde olduğunu ancak o zaman anladı. Sessizce odadan ayrılırken gün boyunca başından geçenleri unutmuş yarına umutla bakıyordu.
                                                - huzurluadam -



11 Nisan 2014 Cuma

Puslu Kıtalar Atlası

Kitap Hakkında:

Adı: Puslu Kıtalar Atlası
Yazar: İhsan Oktay Anar
Sayfa Sayısı: 238
Boyut: 14 x 19 cm 
Yayınevi: İletişim Yayınları
Basım Tarihi: İstanbul, 2012
Kâğıt Türü: 3.Hamur  
Satış Ücreti: 19 TL
Puanım: %90

Ne Buldum: Sürprizlerle dolu, heyecan verici

Yazar Hakkında: İhsan Oktay ANAR

Tatar kökenli bir ailenin çocuğu olan yazar 21 Kasım 1960’ta Yozgat’ta doğdu.
İlk ve ortaokulu İzmir'de okudu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduktan sonra, aynı üniversitede “Sokrates öncesi felsefede varlık sorunu” başlıklı teziyle yüksek lisans; “Antik Yunan felsefesinde zaman kavramı” başlıklı teziyle doktorasını verdi. 2011 yılında emekli olasıya kadar Ege Üniversitesi’nde felsefe tarihi dalında öğretim üyeliği görevini yürüttü.
Türk edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük isimlerden biri olan yazar ayrıca Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir. İlk hikâyesi 'Kâfirler İçin Apologya' 1985 yılında Mor Köpük dergisinde çıktı. 
Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Eserleri pek çok küçük hikâye etrafında örülmüş büyük bir roman biçimindedir. 1992 yılında kaleme aldığı ve 1995 yılında yayımlanan Puslu Kıtalar Atlası kendisinin ilk romanı olmakla birlikte 20′den fazla dile çevrilmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır.

Bunu sırasıyla Kitab-ül Hiyel: Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri (1996),
Efrasiyab'ın Hikâyeleri (1998) , Amat (2005), Suskunlar(2007), Yedinci Gün (2012),
Galiz Kahraman (2014) adlı romanları takip etmiştir. 
2009 yılında, Can Yayınları kurucusu yazar Erdal Öz’ün anısını yaşatmak amacıyla ailesi ve yayınevi tarafından verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş olan yazarın ayrıca Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı yapıtı 476 Oyuncuları isimli Türk Tiyatro Topluluğu tarafından İngiltere'de sahnelenmiştir.


Şimdi de kitap arka kapakta nasıl tanıtılmış ona bir göz atalım...

Arka Kapaktan: 
“17. yüzyılda Konstantiniye’de yaşayan, düş gücü zengin bir ihtiyar, kendini kuşatan dünyayı düşler. Kendi iç dünyasına doğru yolculuklara çıkan bu haritacı, düşlerinde gerçekliği arar ve düşlerinden devşirdiklerini Puslu Kıtalar Atlası adlı bir kitaba döker ve kitabını, savaşa gitmek üzere olan oğluna emanet eder. İhtiyarın oğlu, tuhaf bir siyah sikke bulduktan sonra inanılmaz bir serüvene sürüklenecek ve sonunda Puslu Kıtalar Atlası’nı okumaya başladığında, başından geçenlerin tümünün bu kitapta anlatılmış olduğunu görecektir”
Bunu sırasıyla Kitab-ül Hiyel: Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri (1996),

Efrasiyab'ın Hikâyeleri (1998) , Amat (2005), Suskunlar(2007), Yedinci Gün (2012),
Galiz Kahraman (2014) adlı romanları takip etmiştir.
2009 yılında, Can Yayınları kurucusu yazar Erdal Öz’ün anısını yaşatmak amacıyla ailesi ve yayınevi tarafından verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş olan yazarın ayrıca Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı yapıtı 476 Oyuncuları isimli Türk Tiyatro Topluluğu tarafından İngiltere'de sahnelenmiştir.

Kitabın Analizi & Yorumum:

Uzun süredir yazarın bir kitabını okumak istiyordum. Kısmet Puslu Kıtalar Atlası’naymış.  Hiçbir zaman birileri bir kitabı okuyor, şu kitap gündemden hiç düşmüyor diye kitap okumam. Ne zaman ki o kitabı canım çekerse, kitapla aramda bir elektrik oluşursa o zaman alıp okurum.
Diyebilirsiniz ki; madem öyle düşünüyorsun diğer insanlara neden okuduğun kitaplardan bazılarını öneriyorsun. Olabilir. Benim tarzım bu. Beğendiğim kitapları gerçek kitap dostlarına tavsiye ederim. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Ben de kendini bana çektiren aramda sıcaklık hissettiğim kitapları okuyorum. Böyle seviyorum. Yazarın yeni çıkan ve daha çok gündemde olan Galiz Kahraman adlı kitabı yerine Puslu Kıtalar Atlası beni kendine çekti ve okudum.

Puslu Kıtalar Atlası yazarın ilk kitabı olmasına rağmen kesinlikle ilk eser sırıtmasının tek bir zerresini bile göremediğim harikulade bir eser.
Türk roman tarihine yeni bir heyecan ve renk katmış olduğu şüphe götürmez bir gerçek doğrusu. Ya felsefeyi daha anlaşılır ve okunur yaptığına ne demeli ve hatta gerçek kişilerle olayları ve karakterleri ilişkilendirip tarihi bir romanı masal tadında okunası, lezzet alınası yapmasının yanı sıra roman heyecanında ve atraksiyonunda sunmuş olması nasıl yorumlanmalı? Hatta romanın tüm anlatımı boyunca Osmanlıca ile Türkçeyi harmanlaması… Evet, tüm bunlardan şunu çıkartıyorum ki; yazar hem Türkçeye hem Osmanlıcaya, yani dile hâkim. Bu hâkimiyet ve bilgi donanımı kendisini tarih konusunda da gösteriyor. Yazma ve yazdıklarını okutma konusunda da ustalığını konuşturduğunu söylersem hakkının vermiş olurum.

 Olaylar 1681 yılının İstanbul’unda geçiyor. Eserde o kadar çok karakter olmasına rağmen okurken bunların birbirleriyle olan bağlantılarının çok güzel yapılmış olması kafa karışıklığına meydan vermiyor. Eser ilk başlarda sıkıcı gibi gelse de o masalsı anlatım hiç farkında olmadan insanı içine alıp hapsediyor.

Eserin uzun uzadıya özetini anlatarak kitabı okuyacak olacakların zevkini kaçırmak istemiyorum. Ama bir iki cümleyle giriş yaparak heyecanı yükseltmeyi de severim.
Oğlu Bünyamin ile yaşayan Uzun İhsan Efendi hep dünyayı dolaşarak haritasını çıkarmak istemektedir. Ama buna da imkânı yoktur. O da bir çeşit uyku şurubu içerek rüyasında dünyayı dolaşmayı ve gördüklerini de haritaya dökmeye başlar. Bu arada eline ünlü düşünür Réne Descartes’in bir kitabı geçer. Kitaptan “Düşünüyorum, öyleyse varım”
diye bir cümleyi okuyunca kafasını buna yormaya başlar. Bir gece rüyasında aynaya baktığında kendi yansıması yerine oğlunu karşısında görür.
Bu arada oğlu Bünyamin ise babasının çalışmadığı halde nasıl olup ta geçimlerin temin ettiğini ve farklı davranışlar sergilemesinin sebebini zihninde sorgulamaya başlar. Bu bilgiye ulaşabilmek için de babasının olmadığı bir zamanda babasının içtiği uyku şurubundan içer. Gel gelelim şurubu fazla kaçırır ve uyanamaz…

Buraya kadar her şey biraz mantıksız biraz saçma geliyor olabilir ama asıl hikâye zaten buradan itibaren başlıyor ve olaylar tam bir fantastik hal alıyor.  Burada kesiyorum; merak eden varsa okusun :)
Kitaptan alıntılar:

Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve er bab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7 0 7 9 yıl, İsa Mesih'ten 1 6 8 1 ve Hicretten dahi 1 0 9 2 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.

"Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg'u göre mesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf Dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy.

Her bilgiden şüphe eden Rendekâr, şüphe ettiğinden şüphe edemiyor ve bundan da kendisinin var olduğu sonucunu çıkarıyordu. 

 "Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı..." 

7 Nisan 2014 Pazartesi

paylaşmak yürek ister...

Paylaşmak budur…

Paylaşmak, herhangi bir şeyin bireyler arasında bölüşülmesi, pay edilmesi ve bu davranıştan dolayı karşılıklı mutlu olunması anlamına gelir. Daha açık ifade etmek gerekirse bir maddeyi (eşya v.b), bir ortamı, ya da bir duyguyu kendimize saklamayı bırakarak karşımızdaki diğer kişilerle özgür irademizle bölüşerek onlara sunmaktır.  













EKMEĞİNİ PAYLAŞMAK













Biz insanlar doğduğumuz andan itibaren BEN merkezli oluruz. Annemiz, babamız, evimiz biberonumuz, oyuncaklarımız hepsi BEN’ imdir. Dikkat edilirse bebekler annelerinin kucağına bir başka bebeğin alınmasını kıskançlık hareketleri göstererek belli ederler. Annelerini paylaşmak istemezler. Dolayısıyla “Paylaşmak” öğrenilen bir davranıştır. Küçük yaştan itibaren ailelerimiz bizlere paylaşmayı öğretirler. Belki de tüm aileler değil.

 





SICAKLIĞI PAYLAŞMAK











ZAFERİ PAYLAŞMAK   








Paylaşma konusuna bu açıdan bakınca, bunun aslında hiç de basit olmadığını hemen anlıyor insan. Peki paylaşmayan, paylaşmasını bilmeyen insan nasıl bir insandır. Elbette ki bencil insandır, mutsuz insandır. Çevremizde, yaşadığımız toplum içinde bu tip insanlara sıklıkla rastlarız. Bu tip insanlar kendileri mutsuz olduğu gibi, çevrelerindeki insanlara da huzursuzluk ve mutsuzluk verirler. Paylaşan insan ise paylaştıkça mutlu ve huzurlu olurken paylaşımda bulunduğu insanları da mutlu eder.







KORKUYU PAYLAŞMAK








 HAYATI PAYLAŞMAK












 YALNIZLIĞI PAYLAŞMAK





 ACIYI PAYLAŞMAK















   UMUDU PAYLAŞMAK





 KADERİ PAYLAŞMAK


















 YOKLUĞU PAYLAŞMAK


 Evet insan isterse yokluğu da paylaşabilir.
 Kendisinde kısıtlı olanı, verdiğinde acı  çekeceğini bile bile elindeki son varlığını  verebilenler de vardır hayatta.
 Bu da cesur insanların gösterebileceği bir  paylaşım örneğidir.




Şimdi bunları dile getirirken beni mutlu eden ve unutmadığım bir olay hatırıma geldi.

2008 yılının ağustos ayında bir cuma gecesinde hava alanında görevliydim. Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ama gününü çok iyi anımsıyorum. Yoğun bir yaz sezonunun tam ortasında haftanın son uçuşuydu. Artık haftanın tüm yükü üzerime yığılmış, yorgunluktan tüm eklemlerim ağrıyordu. Tüm bunlara rağmen her zaman olduğumdan da fazla sakin, hoşgörülü ve güler yüzlü bir şekilde nöbetimi sonlandırmak niyetindeydim. Hafta sonuna kafamı kurcalayacak bir yığın yükle doldurup girmek istemiyordum.
Fakat yurt dışından gelecek olan uçağın yaklaşık bir buçuk saatlik bir gecikmesi vardı. Gecikme benim için çok büyük bir sorun değildi. Havacılıkta iki saatin altındaki gecikmeleri çok fazla sorun etmez, hele bu yaz döneminde ise yoğun uçuş trafiğinden dolayı olağan karşılardık. Elbette ki kısmen de olsa onlara hak vermiyor değildim. Ama elden de gelen bir şey yoktu. Gel gelelim uçacak olan yolcular benim kadar konuya sakin yaklaşamıyorlar, kendilerini aldatılmış, haksızlığa uğramış, hatta kendilerine bunun kasten yapıldığını düşünenler ve bu fikrini sert bir dille ifade edenler bile oluyordu. 


















Öyle, böyle derken bir şekilde zaman geçmiş, uçak alana inmişti. Uçağa binme vakti gelmiş, yolcular arınmış salonda sıradaki, bizler de onların hemen önünde kapının yanında bankodaki yerlerimizi almıştık. Önümüzde ters V şeklinde bir sıra oluşmuştu. Yani tek sıra veya ikişerli bir sıra olması gerekirken, yirmi yirmi beş kişilik bir gurup en önde diğerleri de karmakarışık onların arkalarında duruyorlar birbirlerini adeta ite kalka adım adım kapıya yaklaşıyorlardı.


Acele etmelerini elbette ki anlıyordum. Gecikmeli gelen uçağa bir an önce binmek ve evlerine ulaşmak istiyorlardı. Onları bir an önce göndermeyi biz çalışanlar onlardan daha çok istiyorduk. Lakin işin aslı öyle değildi. Büyük bir çoğunluğun gurup halinde topluca birbirlerine sokularak kalabalık halinde kapıdan geçmek istemelerinin asıl sebebi, ellerindeki büyük boyutlu kural harici; yalan olmasın 20-25 kg lık el bagajlarını gizliden uçağa almaktı. Gelin görün ki bu sivil havacılık kuralları gereği uçuş güvenliği için tehlikeli ve yasaktı. Ancak ve ancak 6-8 kg ağırlığındaki standart el bagajlarını yanlarına alabilirlerdi. Uçağın geç gelişini bahane edip bunu kendilerine kalkan olarak kullanıyor, toplum psikolojisi ile hareket ederek, çalışanlara bağırıyorlar buradan kaynaklanan mağduriyetlerini bu şekilde kendi kendilerine telafi etmek istiyorlardı.  

Gel gelelim kazın ayağı öyle değildi. Uçuş personeli havacılık kurallarının uygulanmasını, her yolcunun yanına sadece standart ölçülerde bir el bagajı almasına izin veriyordu. Uçağın geç gelmiş olması; kaldı ki sadece bir saat yirmi beş dakikalık bir gecikme, kuralların ihlal edilmesine bir gerekçe olamazdı. Görevli personel arkadaşlarım fazla büyük el bagajı olan bir çok yolcuyu bana yönlendirdiler ve onların serzenişleri altında yetkimi de fazla aşmadan kendilerini maddi anlamda memnun edecek bir şekilde tahsil ettikten sonra gönderdim.





Salonda tam bir kargaşa hakimdi. Provokatörlük yapan bir iki yolcu rahat durmuyor ha bire insanları kışkırtıyordu. Çocuklu, bebekli ve bazı yaşlı yolcular kargaşadan uzak durmak, ayakta itilip kalkılmaktan çekindikleri için oturup beklemeyi tercih etmişlerdi. Bu sırada görevli arkadaşlarım iki elinde çok büyük boyutlu ve sırtında kendisini ağırlığından dolayı adeta geriye çeken bir sırt çantası bulunan salkım saçak bir yolcuyu bana yönlendirdiler.
Bu biraz evvel kışkırtıcılık yapan yolculardan biriydi. Gelip önüme dikildi. Üç parça el bagajı ile uçağa kabul edilemeyeceğini, sadece bir tane el bagajı alabileceğini bununda ancak 8 kg olabileceğini söyledim. Hadi sırtınızdaki sırt çantasına müsamaha gösterdim. Ama elinizdeki iki adet 20 şer kilonun üzerindeki el bagajlarınız için fazla bagaj ücreti ödemeniz gerekir dediğim anda olanlar oldu. Adam açtı ağzını yumdu gözünü. Eliyle yumruk yapıp önümdeki bankoya vuruyor. Hakaret ediyor. Seni, asarım, keserim, sen beni tanıyor musun, seni yok ederim gibi şimdi hatırlamak bile istemediğim ağır sözlerle etmediğini bırakmadı. 9-10 kg lık sırt çantasına yardımcı olduğumu, laikin diğer iki bagajın ödemesinin yapılmaması halinde isterse uçmaya bileceğini söyledim. Ama artık sinir kat sayım artmış, yediğim hakaretlerin ve küfrün, uğradığım ve maruz kaldığım haksızlığın ağırlığı beni de sabrımın son noktasına getirmişti. Neredeyse kahrımdan ağlayacaktım.
Yolcu dakikalarca uğraşından sonra benim bu konuda taviz vermeyeceğime kanat getirmiş olacak ki fazla bagajların tamamını olmasa da %70 lik kısmının ücretini ödemeye yanaştı.
Yaygara kopararak uçmaya alışkın olacak ki kendi fazla bagajının ücretini ödemek zoruna gidiyordu. Parayı suratıma fırlatarak ödemesini yaptı. Şimdi düşünüyorum da hala nasıl sakin kalabilmişim aklım almıyor. Makbuzunu kesip eline tutuşturduktan sonra bağıra bağıra çekti gitti.
Yanı başımdaki koltukta genç annesi ile birlikte 4-5 yaşlarındaki sevimli, ay yüzlü bir erkek yavrucak oturuyordu. Tüm bu yaşadıklarımı ve şahsıma yapılan haksızlıkların sert ses tonları ile uğradığım hakaretlerin ağırlığını küçücük narin beyninde tartmış ve hak etmediğime inanmış olmalı ki, ayağa kalktı ve elinde tuttuğu şekerli sakızını almam için tebessüm ederek bana doğru uzattı. O ana kadar boşalmama ramak kalmasına rağmen işim gereği sabrımı muhafaza etmiştim. Ama adının Muhammed olduğunu sonradan öğrendiğim bu küçücük kardeşimin bana moral vermek için yaptığı bu takdire şayan insani davranışı ve paylaşımı karşısında kendimi daha fazla tutamadım ve gözümden bir damla yaş süzülerek bankoya düştü.  

Kendisi küçük ama yüreği kocaman Muhammed kardeşimin insanlık nasıl olur, insanlar nasıl iletişim kurarlar bunun dersini bir şamar gibi diğer insanların suratına; tabii ki anlayanlar için indirmesi ne yüce insani erdeme sahibi olduğunu gözler önüne seriyordu.

 “Az veren candan, çok veren maldan verir” demiş atalarımız.









Muhammed’in sakızını bana uzatırken hafif bir tebessümle bakışını, ne kadar candan bir istekle bunu yaptığını, o saf tertemiz çehresini hayatım boyunca unutamayacağım. Muhammed'in alnına onu incitmekten korkarak hafif bir öpücük kondurdum.
Annesinin elinden tutarak uçağa yöneldiklerinde diğer eliyle de başını çevirmiş bana el sallıyordu. 
Kendisi gitmişti ve giderken de bu asil paylaşımıyla beni ziyadesiyle mutlu etmişti.
Eve giderken tüm yorgunluğu üzerimden atmış bir kuş kadar hafif, bir bebek kadar huzurluydum. Allah sana uzun ömürler versin Muhammed kardeşim.

“Vicdanlı ve dürüst olmak, hesaplı olmaktan iyidir. Hesap insanı makam sahibi yapar da, VİCDAN daha önemli bir işe yarar insanı İNSAN yapar.”
                                                             - Nietzsche -

1 Nisan 2014 Salı

Ne Güzel

Âlemlerin Rabbi yüce Allah yeryüzünü bizim yaşayabileceğimiz ve ihtiyaç duyacağımız her şeyiyle eksiksiz oluşturmuş ve içini de saymakla bitmeyecek güzelliklerle donatmıştır. Lakin birçoğumuz bu güzelliklerin farkında bile olmadan yaşıyoruz. Hepimiz kendi derdimize, kendi yarattığımız suni sıkıntıların içine gömülmüş, ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımızdan, lüks yaşama zorunluymuşuz gibi davranmaktan, üzerimize binen ağırlığın altında ezilmekten, çevremizdeki olup biten güzelliklerin farkına bile varmadan yaşamaktayız. Sonra da mutsuz, huzursuz ve birbirine saygısız bireyler olarak ortalıkta başıboş dolaşıyoruz.

Ayrıca güzelliklerin bilinmesi de tek başına bize bir şey ifade etmez. Onu yaşadığımız sosyal toplum içinde fark etmemiz, birlikte paylaşmamız, lezzetine vararak tatmamız gerekir.

Oysaki bu güzelliklerin farkına varmadan hava ve su gibi bir gereksinim olan mutluluğa ve huzura ulaşamayız. Hepimizin mutluluğa ve huzura ihtiyacı vardır.
Önce bir silkelenip üzerimizdeki ölü toprağını üstümüzden atıp hemen yanı başımızda, hatta avucumuzun içinde olan mutluluğun ve huzurun anahtarını fark etmemiz gerektiğine inanıyorum.

Farkına varabildiğim bir kaç güzelliği karaladığım mısralara döktüm...

Ne güzel
Bembeyaz bulutların üstünde
Uçtuğunu hayal etmek
Tepelere tırmanmak
Dağların doruklarında
Kendini bir kartal sanmak
Patikalarda dolanmak
Kırlarda yuvarlanmak
İnce ince yağan yağmurun
Altında yürümek, ıslanmak
Bir nehrin kıyısında durup
Ciğerlerini yosun kokan
Temiz havayla doldurmak
Derin derin nefes almak
Pencereyi açıp güneşi kucaklamak
Güne enerjik başlamak
Dost bulmak, Dost kalmak
Dostlarınla olmak
Ne güzel, insan olmak ne güzel   
Ne güzel
Tabiatı sevmek, doğayı korumak
Bir fidan dikmek, büyüdüğünü izlemek
Umutlarına umut eklemek
Toprakta karıncaları seyretmek
Azmine hayran kalmak
Sevmek, sevdalanmak
Yıldızların altında sabahlamak
Sahilde aşk şarkıları mırıldanmak
Güzel hülyalara dalmak
Dayı, hala, teyze, dede olmak,
Torunları sarmak, sarmalamak
Bir parkta onlarla çocuk olmak
Yaşın kaç olursa olsun
Çocuklaşmak
İçindeki çocuğu yaşatmak
Bir çocuğun sımsıcak güvenini          
Avuçlarında hissetmek
O pak alnından öpmek                      
Yanaklarından makas almak                                                                                        
Ne güzel, çocuk olmak ne güzel
Ne güzel,
Konuşmak, şakalaşmak
Koyu sohbetlere dalmak
El ele, kol kola
Sırt sırta verip çalışmak
Omuz omuza olmak
Alın terini o verimli
Pak toprağa akıtmak
Aynı duyguları paylaşmak
Birlikte yemek içmek,
Birlikte şarkılar söylemek
Gülüp eğlenmek
Yüreğinde sevgiye yer açmak
Sevildiğini bilmek
Saymak ve sayılmak
Acı, tatlı hayatı yaşamak
Hayatın içinde kalmak
Hata yapmak
Hatalardan ders çıkartmak
Alçak gönüllü olmak
Yeri geldiğinde affederek
Büyük kalmak
Susmak, susmayı bilmek
Gözlerinle anlaşmak
Ne güzel, çocuk olmak ne güzel
Bir parça kuru ekmeğini
Birbirine sunmak
Birlikte içilen bir yudum sıcak çayda
Bardakta şeker olmak
Acıları bölüşerek azaltmak
Mutlulukları paylaşarak
Birlikte çoğaltmak
Dost saydığın, dost sayıldığın
Dostlarla birlikte olmak
Ne güzel, insan olmak ne güzel
 -Yaşar SALDIK  17.11.2013 11:17-

“İnsan olmak, insan kalabilmek, insan kelimesinin içini doldurarak huzur içinde mutlu yaşamak ne güzel”