Sayfalar

26 Mayıs 2014 Pazartesi

ACIMAK - Reşat Nuri GÜNTEKİN

Klasiklerden okumaya devam ediyorum. Bu seferki ise Reşat Nuri Güntekin'in "ACIMAK" isimli romanı.




Kitap Hakkında:
Adı: Acımak
Yazar: Reşat Nuri GÜNTEKİN
Sayfa Sayısı: 127
Boyut: 14 x 20 cm
Yayınevi: 
İnkılap Kitabevi
Basım Tarihi: İstanbul, 2007
Kâğıt Türü: 3.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti:  17 TL
Değerlendirmem: %85

Ne Buldum:Türk Klasikleri arasına hak ederek girdiğine inandırdı beni.




YAZAR HAKKINDA: 1889-1956) romancı, oyun yazarı,eğitimci. İzmir Fransız Okulu’nu, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1912). Çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir dönem milletvekilliği dışında 1931′den 1954′e kadar M. Eğitim Bakanlığı müfettişliğinde bulundu. Bu görevinin büyük bir bölümü Paris öğrenci müfettişliğinde geçti. Oradan emekliye ayrıldı. I956′da hasta olarak tedavi için gittiği Londra’da öldü. Reşat Nuri Güntekin, cumhuriyet döneminin önde gelen yazarlarından biridir. 1922′de yayımladığı Çalıkuşu adlı romanıyla büyük üne kavuştu. Reşat Nuri’nin romanları sanat açısından ikiye ayrılır. Duygusal içerikli romanlar, sosyal içerikli romanlar. Sosyal konuları işlediği romanlarında kuşaklar arasındaki farklı değer yargılarının getirmiş olduğu anlaşmazlıkları batılılaşmanın yanlış olarak değerlendirilmesi, eğitimin toplumdaki önemini işler. Eserlerini yalın bir dille yazmış olması geniş halk toplulukları tarafından okunmasını sağlamıştır.

Başlıca eserleri: Çalıkuşu. Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi. Bir Kadın Düşmanı, Yaprak Dökümü, Kızılcık Dalları, Eski Hastalık, Ateş Gecesi, Değirmen, Miskinler Tekkesi, Son Sığınak,; oyun: Hançer, Eski Rüya, Taş Parçası, Hülleci, Balıkesir Muhasebecisi.

ARKA KAPAK TANITIMI:
Reşat Nuri Güntekin 1928 yılında yayınlanan bu eserinde; çalışkan başarılı fakat zaaf gösterenlere karşı acımasız olan Zehra Öğretmen ile babası Mürşit'in bakış açılarından dramatik yaşam öykülerini anlatıyor. 

Yazar, cumhuriyet öncesinde yeni mezun, idealist genç bir mülkiyelinin iş ve sosyal yaşamdaki çatışmalarını ve uyumsuz ilişkilerini anlatırken, dönemin memuriyet yaşamına, köhne yapısına ait önemli ipuçları da veriyor. Şehirden kasabalara sürüklenirken, ardında birer birer ilkelerini de bırakan genç adam hatalı bir evlilikle korkunç bir sona doğru sürükleniyor. 

Acı ve sefaletle dolu ortamdan tesadüfle sadece kızı Zehra'yı kurtarabiliyor. Acımak; aile içi ilişkileri ve sorumluluklarını, adeta ders verir gibi gözler önüne seriyor.



KİTAP HAKKINDA BİLGİ VE YORUMUM:
Küçük yaşta gördüğü kötü muamelelerden dolayı acıma duygusunu kaybetmiş Zehra isimli bir öğretmenin yaşamından bir kesitin sunulduğu kitapta yazar olağanüstü bir iş çıkartarak Tük klasikleri arasına giren müthiş bir eser sunmuş biz okurlara. Sıradan bir Anadolu kasabasında sıradan bir insanın kendi iç hesaplaşmalarını ve yetişkinlikte çektiği sıkıntıları, ustaca kaleme almış.
Kitabı e-kitap olarak okudum. Elektronik ortamda okuyarak bu kadar keyif aldığıma göre temin ederek, dokunarak okumuş olduğumda alacağım okuma hazzını düşünemiyorum bile. Müthiş…
Kitabın içeriğine değinmek gerekirse kısaca şöyle özetlemek gerekir.

Romanın başkarakteri acıma duygusundan yoksun, otuzlu yaşlarda, ufak tefek yapılı ama diri ve kuvvetli, esmer tenli, çıkık elmacık kemikli, görev yaptığı okulda başöğretmen olan Zehra öğretmendir. Zehra öğretmen öğrencilerini yaptıkları ufacık bir hatada bile affetmeyen onları cezalandıran, birisidir. İnsanların yaşamlarında hata yapabileceklerini ya da bazı durumlarda yapılan hataların affedilebileceğini asla kabul etmez. Affetmek ve acımak ona yabancıdır. Acımasızlığı dillere düşmüş olsa da aynı zamanda bir o kadar da becerikli, doğruluktan ve fedakârlıktan ayrılmayan haksızlığın ve yalanın düşmanı olan, bu yönüyle herkes tarafından sevilen birisidir aynı zamanda. 
Lakin Zehra’yı çok yakinen tanıyan maarif müdürü olan Tevfik Hayri Bey Zehra’nın babasının hasta olduğunu öğrenir. Kendisi Mebus Şerif Halil Bey ile konuşarak Zehra’nın babasının yanına ziyarete gitmesi konusunda izin alır. İzin alınması esnasında Zehra’nın aslında iyi birisi olduğunu canla başla çalıştığını görevinin bilincinde olduğunu, tek eksikliğinin acıma duygusundan yoksunluk olduğunu anlatır. Halil Bey bu duruma şaşırmıştır, zira Zehra’nın babasız olduğunu sanmaktadır. Tevfik Bey ile Şerif Bey okulları teftişe giderler ve ilk Zehra’nın okulundan başlarlar ve babasının hastalığından söz ederler ama Zehra babasının olmadığını söyler ve onlarda üstüne fazla gitmezler. Maarif Müdürü Zehra’nın babasının öldüğünü öğrenir öğrenmez izin işini halleder. Tevfik Bey Zehra’yı odasına çağırır ve durumu tekrar anlatır. Hemen babasının yanına gitmesi gerektiğini ona hatırlatır ve telgrafı Zehra’ya verir. Zehra babasının kötü biri olduğunu anlatır ve gitmek istemez. Ama sonra Zehra fikrini değiştirir ve Tevfik Bey’e söyleyerek okuldan ayrılır.

Uzun süren tren yolculuğu esnasında babasıyla ilgili çocukluğunda yaşadığı hatıralara zihninde canlanır. Alkolik babasının annesine, anneannesine, ablasına ve kendisine; kısacası hayatına kim girdiyse herkese olan kötü muamelelerini hatırlar.  Zavallı annesi ve anneannesinin çektiği acılar, ablasının gözyaşları gözünün önünden gitmez. Hiçbir işte tutunamayan ve evdekilere kötü davranan, işe yaramaz babası şimdi ölmüştür.  Fakat Zehra babasının ölümünden dolayı yüreğinde en ufak bir acı ve üzüntü hissetmemektedir.
Zehra babasını hep kötü biri olarak bilmiştir. Tüm bunları düşünürken nihayet tren İstanbul’a gelmiştir. Babasının cenazesinin bulunduğu uzak akrabaları olan Vehbi Efendi’nin evine gelir. 
Fakat Zehra babasının bulunduğu odaya bile girmez ve başka bir odaya geçer, orada kendi halinde bekler. Bu esnada evin sahibi babasından kalan eşyaların olduğu bir sandığı Zehra’ya verir. Verirken de ölmeden önce hep seni sayıkladı der. Zehra sandığı açar. Sandıkta, kumaş parçaları, berbat yazılarla dolu birkaç kağıt ve babasının hatıra defterini bulur.
Hatıra defterinin son bölümlerinde alkolik bir adamın titrek ve berbat yazıları vardır. Fakat defterin ilk sayfalarına baktığında çok okunaklı ve düzgün yazılmış bir yazıyla karşılaşır. Babası ilk sayfada memuriyete başladığından bahsetmektedir. Zehra bir anda kendisini hatıra defterinin derinliklerinde aile yaşamının sır perdesini aralarken bulur ve acı gerçekler yüzüne bir tokat gibi iner ve müthiş bir sonla biter.
İşin bu kısmından sonrasını anlatmanın doğru olmayacağı kanaatindeyim. Zira okumak isteyenlerin okuma keyfini kaçırmak istemiyorum.
Yazar Reşat Nuri Güntekin romanını oldukça akıcı ve gerçekçi, sade anlaşılması kolay bir dille anlatılmış, tasvirleri ise çok yerinde kullanmış.
Kitaptan etkilenmedim dersem yalan olur. Kurgusuyla beni kendisine hayran bıraktı doğrusu. Basit fakat müthiş öyküsüyle de unutulmaz bir kitap olduğunu söylersem hakkını yememiş olurum. Dediğim gibi kitabı e-kitap olarak okudum, ama en kısa zamanda satın alarak kitaplıktaki hak ettiği yere koyacağım. 

Şehir yaşamının getirdiği güçlükler ve teknolojinin hayatımıza daha fazla girdiği ve bu sebeple her geçen gün bizleri yorduğu ve insanlığımızı yozlaştırdığı şu dönemde ruhunun derinliklerinde maneviyat hasreti çekenlerin gözyaşlarını harekete geçireceğine inandığım bir eserdir “Acımak“.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

The Dock Of The Bay Count Dee's Soul...



Bu şarkıyı dinlemek bana büyük keyif ve huzur veriyor...
Hava da kapatmaya başladı ama olsun tam da bu havada aslında iyi geliyor bu şarkı...
Bir fincan kahve eşliğinde, bulutların gökyüzünden hızlı hızlı geçişini izlerken arka planda
çalan bu şarkı bir başka anlam kazanıyor; bu tabloya bir başka güzellik katıyor...

13 Mayıs 2014 Salı

YÜZBAŞININ KIZI

Dünya Klasikleri serisinden bir kitapla okumaya devam ediyorum...

Kitap Hakkında:
Adı: Yüzbaşının Kızı
Yazar: Alexandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren: Aslı Tohumcu
Sayfa Sayısı: 220
Boyut: 12 x 21 cm 
Yayınevi: Bordo Siyah Yayınları
Basım Tarihi: İstanbul, 2005
Kağıt Türü: 2.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti: 7,5 TL *
Değerlendirmem: %75
Ne Buldum: tarihi romanı bu kadar rahat okuyacağımı ummuyordum…

Yazar Hakkında:
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, 26 Mayıs 1799’da Moskova’da doğar. Babası Sergey Lvoviç, soylu bir ailenin çocuğudur. Annesi ve babası çok kültürlü ve aynı zamanda gösteriş düşkünü insanlardı. Zamanlarının çoğunu balolarda geçirdikleri için Puşkin, anne ve baba şefkatinden uzak bir çocuk olarak büyüdü. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edindi. Henüz sekiz yaşındayken Fransızcası Rusçası kadar iyiydi. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarına hayran olduğu Fransız Edebiyatı’nı neredeyse ezberlemiş ve Fransız şiirler ve komediler yazmaya başlamıştı. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin’in evine gelip gidenler arasındaydı. Ancak hiçbiri onu kendisine durmadan tuhaf masallar anlatıp, eski Rus türküleri söyleyen dadısı kadar etkilemedi. Yaşlı dadısı Arina’nın anlattıkları, Puşkin’in çocukluk ruhunda silinmez izler bıraktı.

EDEBİYATA BAŞLAMASI
Puşkin, on iki yaşına geldiğinde, Rus Çarı I. Aleksandr’ın Tsarskoye Selo’da (Çar’ın yazlık köyü) açtırdığı okula yazıldı ve buradaki altı öğrenim yılı boyunca tıpkı okulun diğer öğrencileri gibi, Petersburg’a gitme izni bile verilmeden adeta dış dünyadan koparılarak eğitim gördü. Puşkin’in lise yıllarında yazdığı şiirlerinde bile, gerçekçilik eğilimi açıkça göze çarpar. O dönem şiirinde kullanılmayan kaba ve gündelik sözcükleri rahatlıkla kullandığı ve canlı, kıvrak bir zekanın izlerinin görüldüğü şiirleriyle Derjavin’in dahi dikkatini çekmeyi başardı.
Rus Çarı I. Aleksandr tarafından Kafkasya’ya atanır ve burada ünlü “Kafkas Esiri” ve “Bahçesaray” adlı destanlarını yazar. Onun edebiyatında ne klâsik şiirin kuralcılığı ne de Romantizmin sahte, fantastik güzellikleri yer alır. O, gerçeği duyumsar, gerçeğin içinden gelir ve onu olduğu gibi anlatmayı ister.
Kafkasya’dan dönen Puşkin’in Rusya’daki askeri yönetime ulu orta sövmesinden dolayı dört yıl süreyle başkente girmesi yasaklanır ve ailenin sahip olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamak zorunda bırakılır. Hükümet tarafından oğlunu gözetim altında tutmakla görevlendirilen babası da görevini canla başla yerine getirir. Yirmi dört yaşındaki Puşkin, bu sürgün döneminde yedi yıl sonra tamamlayacağı Yevgeniy Onegin adlı romanını yazmaya başlar. “Çingeneler”, “Peygamber” ve “Boris Godunov” isimli önemli eserlerini de yine bu sürgün yıllarında yazar.
Bu uzun, sıkıcı ve gergin sürgün döneminden sonra Rus Çarı I. Nikolay tarafından Moskova’ya çağırılan genç şairin kaleminden çıkan her şey artık çarın sansüründen geçecektir. Polis baskınları ve aşk serüvenleri ise Puşkin’in yaşamının ayrılmaz parçaları olur.
 ÖLÜMÜ
Bu dönemde hayatına George Charles d’Anthès adında biri girer. Puşkin, o sıralarda yazdığı birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d’Anthès adındaki bu Fransız delikanlısının bayan Natalya Puşkin’e kur yaptığını, bayan Natalya Puşkin’in de d’Anthès’e karşı kayıtsız kalmadığını öğrenir. Çok üzülen Puşkin, 1837’de d’Anthès’i düelloya çağırır. Bu bir anlamda Puşkin’in ölüme meydan okuyuşudur. Çünkü, d’Anthès’in ordunun en iyi nişancılarından olduğu bilinmektedir. 27 Ocak 1837′de St.Petersburg yakınında Kara Dere’nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verilir. Puşkin’in şahidi arkadaşı Danzas’tır. Düello’da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d’Anthès,Puşkin’i karnından yaralamayı başarır. Büyük bir soğukkanlılıkla iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 29 Ocak, 1837 tarihinde hayata gözlerini yumar.
ESERLERİ
• Ruslan ve Ludmila (1820) (şiir)
•Kafkas Esiri (1822) (şiir)
•Küçük Trajediler (1830)
•Boris Godunov (1825) (drama)
• İvan Petroviç Belkin’in hikayesi (5 kısa hikayeden oluşur: Atış, Kar Fırtınası, Cenazeci,
Menzil Müdürü ve Bey’in Kızı) (1831) (düzyazı)
•Dubrovsky (1832-1833, yayınlandı1841, roman)
• Maça Kızı (1833) daha sonra operaya uyarlanmıştır.
•Balıkçı ve Altın Balığın Hikayesi (1835, şiir)
• Bronz Süvari (1833, şiir)
• Yüzbaşının Kızı (1836, düz yazı)
• Kırcali (kısa hikaye)
• Mısır Geceleri (kısa şiirsel hikaye, bitirilmemiştir)
• Haydut Kardeşler (oyun)
• Büyük Petro’nun Arabı (tarihsel roman, bitirilmemiş)
• Kont Nulin
• Kış akşamı

Konusu Arka Kapaktan:
Klasik Rus Edebiyatının kurucusu Puşkin, Yüzbaşının Kızı'nda bir halk ayaklanmasını ele alır. 
Emelyan Pugaçev önderliğindeki Kazak ve köylülerin katıldığı 25 bin kişilik ordu Çar ordusunu bozguna uğratarak, Moskova kapılarına dayanır. Rejimin bu sancılı döneminde orduya katılan genç bir subayla görev yaptığı kale komutanı yüzbaşının kızı arasındaki aşkı konu alan Yüzbaşının Kızı, Puşkin'in en önemli eserlerinden biridir.
Akıcı ve sade bir dile sahip olan Yüzbaşının Kızı, okurun elinden bırakamayacağı bir romandır.

KİTAP HAKKINDA BiLGi VE YORUMUM:
Bu kitap okunmak için kaç yıldır kitaplığımda sırada bekledi Allah bilir. Yüzbaşının Kızı’nı daha fazla bekletmek yakışık almazdı:) ben de Yüzbaşıya gerekli saygıyı göstererek yeni aldığım kitaplara “siz şöyle rafta bir dinlenin, sırada bekleyen o kadar kitap varken haddinizi bilin” :) Dünya klasikleri arasında kendisine hakkıyla yer edinmiş bir kitap varken ağzınızı açıp ta, hadi beni oku diye kesinlikle yalvarmayın arkadaşlar… Durun durduğunuz yerde… Askerdeki gibi okunma sırası bundan sonra kıdem sırasına göre yapılacak… o kadar :) dedim ve beni sıkıştıran cillop kitaplara restimi çektim.
Neyse şimdi lafı uzatmadan nihayet okuyup bitirdiğim bu kitaba geçelim.
Yaptığım araştırmada “Yüzbaşının Kızı’nın” Puşkin’in en çok bilinen öykülerinden biri olduğunu öğrendim. Ayrıca bu okuduğum ilk Puşkin eseriydi.

Petroviç Grinyov Simbirsk köyünde yaşayan varlıklı biridir. Rus ordusundan binbaşı rütbesiyle emekli olmuştur ve Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Sekiz tane çocukları olmuş bunların hepsi de ölmüştür. Bu nedenle doğacak ilk çocuklarının erkek olması halinde aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdıracaklardır.
Çocukları Allah’ın kendilerine bir lütfu olarak erkek olur ve adını Pyotr Andreyiç koyarlar.

Savelyiç adında yaşlı bir hizmetkârı lala olarak görevlendirirler. Eğitim çağına gelen Pyotr Andreyiç Monsieur Beaupre isimli bir Fransız öğretmene teslim edilir. Bu adamdan
Bir müddet Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alırken ayrıca kılıç kullanmayı da öğrenir. 

On yedi yaşına basınca, babası, onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine değil, daha uzakta ve zaman zaman Kazak çete ve isyancılarla çatışmalara girilen Orenburg'daki eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna da bu eski arkadaşına verilmek üzere bir mektup yazar, yanına da onu koruması için lalası Savelyiç'i görevlendirir.

Pyotr Andreyiç ile lalası Savelyiç Orenburg’a ulaşmadan evvel vardıkları kasabada kendilerine lazım olacak erzakları temin ederler. Bu kasabada konakladıkları handa Pyotr Zurin adında bir subayla tanışır ve parasıyla bilardo oynarlar. Bu oyunda yüz ruble kaybeder ve lalasından fırça yer. Bu olayın sabahında bir at arabasıyla yola çıkarlar. Yolda hava kaptır ve şiddetli bir tipi çöker. Yolda bölgeyi bildiğini söyleyen yabancı birisiyle karşılaşırlar ve onu da arabaya alarak yola devam ederler. Ulaştıkları handa geceyi geçirirler. Yardımlarından dolayı Andreyiç bu yabancıya lalasının karşı çıkmasına rağmen bahşiş olarak bir miktar para verir ve ayrıca tavşan kürklü gocuğunu hediye eder.
Orenburg'a ulaştıklarında doğruca babasının arkadaşı olan general Andrey Karloviç’i bulur ve babasının yazdığı mektubu ona verir.
General mektubu okuduktan sonra atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için kahramanımızı Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Mironov, iyi dürüst bir subay olması sebebiyle Pyotr Andreyiç onun yanında gerekli eğitimi alacak ve disipline girecektir.
Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kale olan Belegorski, Orenburg'dan yaklaşık 50 km uzaktadır. Kuleleriyle, surlarıyla gerçek bir kale beklerken burada kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köyle karşılaşır kahramanımız. Yüzbaşı Mirriov, karısı Vasilisa Yegorovna ve yüzbaşının kızı Marya Mironova ile tanışır. İlk görüşte yüzbaşının kızına âşık olur.
Lala Savelyiçle birlikte bu köyde bir eve yerleştirilir. Bir gün sonra kısa boylu esmer bir subay olan ve düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan subay Svabrinle tanışır.
Svabrin’de aslında Marya İvanovna’ya ilgi duymaktadır. Bu nedenle Pyotr Andreyiç’e yüzbaşının kızının bir aptal olduğunu söyler. Amacı ondan uzak durmasını sağlamaktır. Yüzbaşı ve karısının kızlarını karşılarına çıkacak iyi bir adamla evlendirmek istedkilerini söylemesi kahramanımızın işini kolaylaştırır. Gün geçtikçe Marya’yı sevmeye başlar. Bu güzel kıza aşk şiirleri yazar. Yazdığı bu şiirlerden birisini Svabrin’e okuduğunda, Svabrin bunu beğenmez ve Marya’yı kötülemeye başlar, bu da Pyotr Andreyiç'i kızdırır. Bunun neticesinde bir düelloya tutuşurlarken yakalanarak kale komutanına götürülürler.
Kale komutanı barışmalarını ister. Lakin bu barışma göstermeliktir. Daha sonra yaptıkları düelloda ise Svabrin kendisini gafil avlar. Beş gün komada yatar. Yattığı bu süre içinde kendisine Marya bakmıştır. Kendine gelir gelmez Marya’ya evlilik teklifinde bulunur. 
Marya da kendisine ilgisiz değildir. Ama bu teklifi kabul edebilmesi için Andreyiç’in ailesinin de rızası olması gerektiğini söyler. Babasına yazılan mektuptan ise hem fırça yer hem de bu evliliğe onay çıkmaz.
Bu sırada Çariçeye karşı isyan başlar. İsyan başı ise Pugaçev adlı bir Kazak'tır. Onun etrafında toplanan isyancılarla birlikte kaleye saldırırlar. Svabrin’de isyancılara katılır.
Marya’nın babası idam edilir. İsyancılara ağır konuşan annesi ise başından aldığı darbe neticesinde ölür. Tam da Andreyiç idam sehpasına çıkartılmışken lalası Savelyiç koşarak gelir ve Pugaçev’e yalvarır. Pugaçev bu hizmetçiyi tanımıştır. Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar.
Pugaçev denen bu isyancı ile başa çıkılabilecek midir? Kahramanımız Svabrin denen hainden ve namus düşmanından öcünü alabilecek midir? Marya kurtulabilecek midir?
Pyotr Andreyiç’in babası evliliğe izin verecek midir?
Bu ve buna benzer soruların cevabını ve gelişen sürpriz olaylarla dolu maceranın müthiş sonunu öğrenebilmek için dünya klasikleri arasına hak ederek girmiş bu kitabı okumak lazım.
Savaş sahnelerini dahi abartısız, yalın ve anlaşılır bir dille anlatan yazar Rus edebiyatında bir mihenk taşı olmuş ve ölümsüzler arasına girmekle kalmamış kendisinden sonraki Rus yazarlar Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Gogol ve Turgenyev’e öncülük etmiştir.
Yaşadığı dönemde romantizm ve gerçekçiliği iç içe yalın bir dille anlatan sayılı yazarlardan birisidir diye düşünüyorum.
Ayrıca romanda geçen karakter isimleri de ayrıca akılda kalabilen ve okunması kolay isimlerdir. Bu da romanın akıcılığını bozmayarak okunma kolaylığı sağlamaktadır.
Kısacası uzun süredir okunmayı bekleyen bu kitabı okuyup bitirdiğimde neden bir klasik olduğunu daha iyi anladım. Okunası bir kitap… 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Momo



Kitap Hakkında:
Adı: MOMO
Yazar: Michael ENDE
Çeviren: Leman ÇALIŞKAN
Sayfa Sayısı: 305
Boyut: 14 x 20 cm 
Yayınevi: Kabalcı Yayınevi
Basım Tarihi: İstanbul, 2004
Kağıt Türü: 2.Hamur ciltsiz
Satış Ücreti: 15 TL
Puanım: %90

Ne Buldum: zamanımı nelerin çaldığını ve onun değerini anladım




Yazar Hakkında: (Michael Andreas Helmuth Ende) 

12 Kasım 1929 yılında sürrealist ressam Edgar Ende ve fizyoterapist Luise Bartholomä Ende’nin oğlu olarak  Almanya'da Garmisch-Partenkirchen'de dünyaya gelir.
Aile 1931 yılında iç mimarisi Joseph Flossman tarafından düzenlenen Münih’teki artists' quarter of Schwabing " sokağındaki villaya taşınır. Büyüdüğü bu edebi ve sanatsal yönden zengin ortam daha sonra yazılarını da etkiler.

1936'yılında babasının işi "yozlaşmış" ilan edilir ve Nazi partisi tarafından yasaklanır. Bu yüzden babası gizli çalışmak zorunda kalır. İkinci dünya savaşının ağır dehşeti çocukluğunu etkiler. İlk hava saldırısı Münih'de gerçekleştiği zaman o henüz on iki yaşındadır.
1945’te, on altı yaşındayken askere çağrılınca eğitimini sürdürdüğü Waldorf okulundan ayrılır.
Savaştan sonra 1948-1950 yılları arasında bir drama okuluna katılır, aktörlük yapar, skeçler ve kısa oyunlar yazarı, Münih Halk Tiyatrosu’nda yönetmenlik ve Bavyeralı bir yapım şirketi için film eleştirmenliği yapar.
Fantezi dünyasını seçen, fakat gerçek dünyayla olan bağlarını da koparmayan öyküleriyle pek çok övgü ve ödül almasına karşın alçak gönüllülükten vazgeçmez.

Ende’nin en çok ses getiren kitabı 1979’da yayımlanan The Neverending Story’ydi (Bitmeyecek Öykü). Roman 30’dan fazla dile çevrilir ve uluslararası alanda çok satanlar listesine girer. Ayrıca Momo adlı kitabı ise büyük ses getirir. Kitabında zamandan bahseden yazar, bu romanın hikâyesini birinden duyduğunu, duyduklarını hiç değiştirmeden aktardığından ifade eder.
Ende, 20. yüzyılın en popüler Alman yazarlarından biridir. Genelde çocuk kitaplarındaki büyük başarılarından söz edilse de yetişkinler için de kitaplar yazmıştır. Ende "Hikâyelerimi içimdeki çocuk ve hepimiz için anlatıyorum" ve "benim kitaplarım 80 ve 8 yaş arasındaki tüm çocuklar içindir" demiştir.

Michael Ende ve 1952 tarihinde bir yılbaşı partisinde tanıştığı Ingeborg Hoffmann’ la 1964 yılında Roma evlenir.1985 yılında Hoffman'ın ani ve beklenmedik ölümüyle ilişkileri sona erer. Birbirlerinin hayatlarını başka yollarla etkilemişlerdir. Hoffman hümanist değerleri sürdürmek için kararlı bir örgüte, Hümanist Birliğine katılmak için Ende'yi teşvik etmiştir. Birlikte insan hakları için çalışırlar. Ineborg Hoffman'ın birçok rehberliği sayesinde Ende çeşitli gruplara tanıtılır.
Karısı Ingeborg Hoffman'ın beklenmedik ölümünden sonra Ende İtalya, Casa Liocorno daki evlerini satar ve Münih'e döner. 1976 yılında İtalya Bologna’daki Gençlik Kitap Festivalinde tanışmış olduğu Japon çevirmen Mariko Sato ile Münih’te 1989 yılında 2. kez evlenir.

1992 yılında, Ende’ye mide kanseri teşhisi konulur. İki yıl boyunca kendisine comparison of various tedavisi uygulanır. Ancak 28 Ağustos 1995 tarihinde Stuttgart yakınlarındaki Filderstadt- Bonlanden’de hastalığa yenik düşerek vefat eder.

Eserleri: 
Ayna İçinde Ayna - Bitmeyecek Öykü - Büyü Okulu - Cim Düğme ve Lokomotifçi Lukas
Cim Düğme ve Vahşi 13'ler - Çıplak Gergedan - Dilek Şurubu - Momo -Özgürlük Hapishanesi
Pimpirik ile Sümsük- Santa Cruz'a Giden Uzun Yol

Arka Kapaktan:

Momo karşısındakileri, aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi... Momo'nun yanında oynanan oyunlar başka hiçbir yerde oynanamazdı. Yaşanılan gün içinde çok büyük bir sır vardır. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir. Bu gerçeği hiç kimse duman adamlardan daha iyi bilemezdi. Bir saatlik, bir dakikalık, hatta bir saniyelik yaşamın değerini hiç kimse onlar kadar iyi ölçemezdi. İnsanların zamanı üzerine planlar kuruyorlar, ince hesaplarla hazırlanmış planlar. Yaptıklarından kimsenin haberdar olmaması onlar için çok önemliydi. Büyük kente yerleşip halkın arasına karışırken hiç dikkat çekmemişlerdi. Hiç kimse farkına bile varmadan adım adım ilerliyor ve insanlara egemen oluyorlardı. Zamanınızı çalıyorlar sevgili dostlar, kendi istekleri uğruna sizi kandırıyor ve zamanınızı çalıyorlar... Ama Momo ve çocuklar sizi uyarıyor... Ey İnsanlık, dinle ve anla!... Onikiye beş kaldı... Aç gözünü, tetikte ol... Hırsız çaldı zamanı. Okuyun ve anlayın... Zamanınızı çalıyorlar Bitmeyecek Öykü ile çok sevilen Michael Ende'den efsaneleşmiş bir eser daha... Üstelik yine hem çocuklara hem de çocuk kalmaya uğraşan büyüklere...
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Analizi & Yorumum:

Otuza yakın dile çevrilerek dünyanın birçok ülkesindeki okura ulaşmıştır.

Olaylar, eski dönemlerde de pek görkemli olmayan büyük ve sıradan bir şehrin varoş kesimlerinde çam ağaçlarından oluşan küçük bir ormanın içinde gizli kalmış bir tiyatroda geçmektedir. Bu tiyatroya artık sadece  yolunu şaşırıp gezmeye gelen ve birkaç fotoğraf çekip giden turistler uğrardı. Bunun haricinde kalan zamanda ise bölgede yaşayan insanların hayvanlarını otlattığı, çocukların top oynadığı, karanlık çökünce de genç sevdalı çiftlerin buluştuğu bir yerdir.
Bir gün bu tiyatro kalıntısına ufak tefek cılız yapılı, siyah kıvırcık saçlı, iri simsiyah güzel gözlü, yalın ayak gezmekten kararmış çıplak ayaklı, garip giyinen MOMO isimli bir kız çocuğu yerleşti. Kışın soğuktan korunmak için ayaklarına sağda solda bulduğu eski ayakkabılar giyerdi. Rengârenk yamalı topuklarına kadar uzanan bir eteği, bunun üzerindeyse bir hayli bol bir erkek ceketi vardı. Bu tiyatro kalıntısının dış duvar yarıklarında bulunan delikten girilen bir odacığa yerleşmişti.

Bölge sakinleri Momo ile yaptıkları görüşmede hiç kimsesinin olmadığını öğrendiklerinde kendisine daha rahat etmesi için bir yuvaya yerleştirme önerisinde bulunduklarında ise zaten oradan haksız yere dayak yemesi ve kötü davranılması yüzünden bir gece gizlice kaçtığı bilgisini verir.
Evlerine almak istediklerindeyse kimseye yük olmak istemediğini, bu eski harabe tiyatrodaki küçük yuvasında mutlu olduğunu söyler. Momo’nun yaşadığı bu yeri yaşanabilir hale getirmekten başka çare yoktur.
Duvarcı ustası olan biri bu küçük odaya bir ocak yapar. Buldukları eski paslı bir boruyu da ocağa takarlar. Yaşlı bir marangoz birkaç eski sandık parçasından bir masa ile iki sandalye yapar. Kadınlar da çubuklarla tutturulmuş bir demir karyola ile az yıpranmış bir yatak ve iki yorgan getirirler. Tiyatronun sahne altına denk gelen bu taş kovukçuk, artık küçük ve rahat bir odacığa dönüşmüştür.
Bu tiyatro kalıntısına çocuklar artık çekinmeden sıkılmadan oyun oynamaya gelirler.
Her nedense Momo’nun katılımıyla çok güzel vakit geçirip, çok değişik fikirler ortaya çıkararak güzel güzel oynarlar.
 Evet, işte hikâye ya da masal, yoksa roman mı desem böyle başlıyor.
İnsanı ilk sayfasından başlayarak sarıyor ve içine çekiyor. Sadece çocukların değil benim gibi çocuk kalanlarında:) ilgisini çektiği aşikar.

Momo’nun çok sevdiği iki dostu vardır. Bunlardan birisi çöpçülük yapan
Momo’nun hemen yanı başında tiyatro yıkıntısının içinde derme çatma bir teneke kulübede yaşayan yaşlı Beppo. Hafif kambur, başının üstünde üç tel ak saçı bulunan bu ihtiyarın deli olduğu söylense de aslında pek öyle biri değildir. Bir olayı anlatacağı zaman önce zihninde tartar, iyicene düşünür sonra az ve öz konuşurdu. Yani iki susan bir konuşan yapısı vardı. Ama Momo da iyi bir dinleyiciydi.

Momo'nun diğer dostu ise, çöpçü Beppo'nun tam tersine çok genç, yakışıklı ve inanılmaz bir konuşma yeteneği olan Giggi adında bir delikanlıydı. Şakacı, komik gamsız bir yapısı vardı. Her türlü işi yapar, ama en çokta turistlere rehberlik yapmayı sever, bildiği ve uydurduğu her şeyi anlatırdı. Daha güzel bir yaşamı yakalama konusunda çok büyük hayalleri vardı. Baş karakterler bunlardı.

Kitap yirmi bir bölümden oluşmaktadır. Bunlardan bir tanesinde yaşanan ilginç olay kitapta şu şekilde anlatılmıştır: 
Bir gün on onbir çocuk sıkıntılarını atmak ve oyun oynamak için Momo’nun yanına tiyatroya gelirler. Tiyatronun taş basamaklarına oturup Momo’yu beklemeye başlarlar, ama Momo ortalıkta yoktur. Çocuklar kendileri bir oyun oynamaya karar verirler ve tiyatroyu komple bir Gemi olarak kabul ederler.
Birisi kaptan, bir diğeri dümenci, bir başkası doğa bilimcisi bir profesör kızlar komple tayfa olurlar.
Gemilerine ise bilimsel araştırma gezisi görevi ve ARGO ismini vererek güneydeki mercan denizine doğru yelken açarlar. Tabii, araştırma gemisi Argo her türlü tehlike ve hortumla karşılaşma olasılığına karşı özel olarak donatılmıştır. Bükülen ama kırılmayan bir kılıç gibi yekpare mavi çelikten yapılmıştır. Üstelik özel bir döküm tekniğiyle, kaynak yapılmadan, tek parça olarak eksiz dökülmüştür. Mercan Denizi ise içinde sayısız girdapların, mercan kayalıklarının ve görülmemiş canavarların kaynaştığı bir denizdir. Üstelik bu denizde "Sonsuz Tayfun" dedikleri durup dinlenmek bilmeyen bir bela da vardır. Sularda devamlı dolaşır; canlı, kurnaz bir yaratık gibi, yutacak av arar. Ne yapacağı hiç belli olmaz. Ve bu tayfun, dev pençesine düşürdüklerini kıymık gibi un ufak etmedikçe bırakmazdı.

Bu sırada gökyüzünde toplanan simsiyah bulutlar tayfun olarak patlar. Oluşan dev dalgalar gemiyi onlarca metre yüksekliğe çıkararak bir beşik gibi oradan oraya savurur. Herkes oluşan bu asi ve korkunç tayfun hakkında fikir yürütmekte farklı bilimsel isimlerle adlandırmaktadırlar. Kaptanın yaptırdığı usta manevralarla gemiyi tayfunun ana çekirdeğine ulaştırmayı başarırlar. Profesör, tayfunun bir Hop-Hopus-Topulastikus olduğunu tespit eder. Manasının ne olduğunu soran arkadaşlarına ise bunun belki de dünyanın yaratıldığı günlerden kalma bir milyar yıldan daha yaşlı bir toz kütlesi olduğunu açıklar.

Bu devasa hortumu nasıl durduracakları konusunda ise hiç kimsenin bir fikri yoktur. Çünkü ilk defa karşılaştıkları bir şeydir.

Gemide bulunan güzel yerli kızı Mamosan atalarının bu gibi olaylar karşısında kendilerine miras kalan bir şarkının faydalı olacağını söyler. Kimse böyle bir hortumun bir yerli şarkısı ile durdurulabileceğine inanmak istemez. Ama kaptan, yerlilerin yaptıklarında bir gerçeklik payının olabileceğini, bu şarkının hortuma karşı söylenmesinin bir zararının olmayacağını söyler. Mamosan kaptanın isteğiyle şarkıyı söylemeye başlar. Bu sözlerin hep tekrarlandığı "Eni meni alubeni Vanna tai susura teni!" diye devam eden kendine özgü bir şarkıdır. Mamosan bir yandan da ellerini çırparak, tempo ile zıplayarak döner.
Melodisi ve sözleri basit olan şarkıyı diğerleri de yavaş yavaş mırıldanmaya başlarlar, sonunda bütün gemi personeli hep birlikte el çırpıp zıplamaya ve hep birlikte şarkı söylemeye koyulur.
Ve sonunda gerçekten, belki de hiçbirinin inanmadığı şey olur... O dev gibi topaç yavaşlar, yavaşlar, sonunda durulup batıp kaybolup gider... 
Fırtına geçer, yağmur diner, bulutlar açılır, gökyüzü masmavi olur ve deniz durulur. Argo, çarşaf gibi denizin üzerinde hiçbir şey olmamış gibi durur.
Oyun bittiğinde ise çocuklar yağmurun gerçekten yağmış olduğunu üzerilerinin ıslanmış olmasından anlarlar.
 Görüldüğü gibi hikâye fantastik bir kurgu içinde masal-roman üslubunda insanı sıkmadan heyecan ve merakla okunan satırlarla sürüp gidiyor. Hemen bitiminde başka bir hikâye de Momo ve arkadaşlarının maceraları devam ediyor.

Bir diğer macerada ise insanları kandırarak onların zamanını çalan Zaman hırsızı duman adamlardan bahsediliyor. Hikâyede duman adamlar ilk olarak kasabanın berberine gelirler ve kendisine zaman birikimi yaparak zaman konusunda ne kadar kazançlı çıkacağı safsatasını anlatarak ikna ederler ve kendisiyle bir anlaşma yaparlar.

Belli bir zaman sonrasında ise kasabanın büyük bölümüne bu şekilde hükmetmeye başlarlar. Bunun neticesinde de kasabada mutsuz insanlar ordusu ortaya çıkar.



Aynı duman adamlardan birisi ise bir gün zaman pazarlığı yapmak için Momo’ya bir teklifte bulunur. Momo teklifi redder.  Duman adam Momo’yu ikna edebilmek için istemeden kendi sırlarını ifşa eder. Momo arkadaşları Giggi ve Beppo ile zaman hırsızlarına karşı mücadele etmek üzere karar alırlar ve kasabadaki tüm çocuklarında yardımıyla büyük bir toplantı düzenlemeye karar verirler. Ama toplantıya zamanları olmadığı için hiçbir büyük katılmaz. Bu girişimden sonuç alamazlar.

Aynı günün akşamında Beppo duman adamların bir toplantısına tesadüfen şahit olur ve onların gerçek yüzünü bir kez daha görür. Aldıkları bu öneli karar Momo’yu yakalamaktır. Bunu duyan Beppo Momo’ya haber vermek üzere yola çıktığındaysa Momo kendisine yardım etmek için gelen Kassiopeia adında bir kaplumbağayı takip etmektedir. Duman adamlar ise her yerde köşe bucak Momo’yu aramaktadırlar. Kaplumbağa ile Momo ise zamanın ötesine çoktan geçmişlerdir bile. Burada Hora Usta ile tanışır. Hora usta aslında insanlara zamanı paylaştıran ölümdür. Hora usta zaman evinde Momo’ya kendi yüreğinin içini gösterir. Burası öyle bir yerdir ki güzelliği akıllara durgunluk veren müthiş bir şeydir.


Fakat Momo’nun zaman evinde geçirdiği bir gün kendi yaşadığı zaman diliminde bir yıla tekabül etmektedir. Yani Momo tam bir yıl uyumuştur ve bu süreç içinde duman adamlar Momo’nun tüm arkadaşlarını hâkimiyetleri altına almışlardır. Acaba Momo duman adamlara karşı başlattığı savaşı kazanıp, insanları kurtarabilecek midir?


 Diyerek hikâye müthiş bir heyecan fırtınası ile devam eder. İnsan bir anda kendini MOMO’nun yanında maceranın içine atılmış hissediyor.
Burada daha fazla anlatmayı kesiyorum. Detaylara girmedim çünkü hikâye müthiş.

Yazar Michael Ende, Alman Gençlik Kitap Ödülü alan ve Avrupa Gençlik Kitap Ödülü Şeref Listesine giren bu eserinde biz insanlara bahşedilen ZAMAN denen olgunun ne denli önemli olduğunu ve nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda çok önemli mesajlar veriyor.
Çocuk olanların ve içinde hala çocukluğu yaşatanların, hatta 7’den 77’ ye herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bir eser.