Sayfalar

28 Şubat 2015 Cumartesi

Teknede Üç Adam

Kitap Hakkında:
 Kitabın Adı: Teknede Üç Adam
Yazar Jerome K.Jerome
Çeviri: Ayşegül Çetin Tekçe
Yayınevi: Bordo Siyah Yayınları
Sayfa:311
Ebat:12x21 cm
Verdiğim Not: %70

Ne Buldum: Şahane betimlemeler

Yazar Hakkında:

Bir hırdavatçının dördüncü çocuğu olarak 2 Mayıs 1859 yılında İngiltere’nin Walsall kasabasında doğdu. Paulina ve Blandina adlı iki kız kardeşi erken yaşta ölmüştür. Milton adında da mir erkek kardeşi vardı. Daha henüz 15 yaşındayken babasının ölümü üzerine iş bularak çalışmasını gerektirdi. Kuzey Batı Demiryolu şirketinde 4 yıl çalıştı.
1877 yılında ablası Belinda’ya duyduğu sevgiden esinlenerek tiyatrocu olmaya karar verdi. Lakin kısıtlı imkânlar ve parasızlık burada da başarılı olmasını engelledi.
21 yaşına gelince artık meslek değiştirmesi gerektiğine karar vererek gazetecilik ve yazarlığa adım atmak istedi ama başvurduğu birçok şirketten geri çevrildi.
Beklediği başarıya nihayet 1885 yılında Açık Sahne isimli eseriyle kavuştu. Daha sonrasında bunları Ev Çanları ve Teknede Üç Adam izledi. 21 Haziran 1888’de Georgina Elizabeth Henrietta Stanley ile evlendi. Bu eşinin ilk evliliğinden bir de kızı vardı.
Eşiyle gerçekleştirdiği balayı sonrası yazdığı Teknede Üç Adam’la ünü yayıldı.
1889 yılında yayımlanan kitap ilk yirmi yıl içinde bir milyondan fazla satış yaptı.
1902 yılında otobiyografik romanı olan Paul Kelver’i yazdı.
1927 Haziran başında felç geçiren yazar Northampton Devlet Hastanesinde iki hafta tedavi görmesine rağmen iyileşemeyerek 14 Haziran 1927 yılında hayata gözlerini yumdu.

Arka Kapaktan:

Bu kitabın esas güzelliği ne edebi üslubunda, ne de faydalı bilgileri içermesinde. Onu bu kadar güzel kılan yan alabildiğine dürüst oluşu. Bu sayfalarda da gerçekten yaşanmış olaylar anlatılıyor. Yazarın tek yaptığı bu olayları biraz daha renklendirerek katkıda bulunmak; George, Harris ve Montmorency şiirsel varlıklar değil etten kemikten canlılar. 

Bu kitaptan çok daha derin düşünceler ortaya koyan, insan doğasına dair çok daha kapsamlı tahliller içeren başka eserlerde vardır mutlaka; ümitsizlik derecesinde, iflah olmaz bir dürüstlük söz konusuysa, henüz bu kitabı geride bırakacak başka bir esere rastlamadım. Londra, Ağustos 1889, basımından.

Teknede Üç Adam: Hayat zaten kendiliğinden gülünçtür.


Kitabın Analizi & Yorumum: 
Herkesin samimi, can ciğer olduğu, yediği içtiği ayrı gitmeyen, üç beş arkadaşı mutlaka vardır. İşte “Teknede Üç Adam” adlı kitapta da böyle üç kafa dengi İngiliz arkadaş ve bir köpeğin sıradan günlük yaşamlarından ufak bir kesit sunuluyor. İnsanın aklına peki bu üç gencin olağan yaşamlarını bir kitapta anlatmaya değer ne olabilir diye bir soru gelebilir.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe sorunun cevabını yavaş yavaş alıyor insan. Sıradan üç ahbap çavuşun çıktıkları tekne gezisi ve gezide yaşadıkları saçmalıklarla dolu maceraları ilginç bir yapıya kavuşturularak komik bir şekilde anlatılmış kitapta.

Yazar ayrıca yaşanan bu sıradan, sıradan olduğu kadar komik tekne gezisinin aralarına roman kahramanlarının başlarından geçen ya da duydukları farklı kısa hikâyeleri de serpiştirmiş. Bu okuyucuda zaman zaman olayların gerçek akışının unutulmasına sebep verecekmiş hissinin yaşanmasına sebep verse de aslında yazarın roman karakterlerinin ağzından aktardığı hikâyeleri bilinçli olarak yaptığı ve bunu bir teknik olduğu anlaşılmakta.

Hayatımda ilk defa bir kitabı okurken, hem de yorgun ve uykusuz olduğum bir nöbet bitiminde gecenin üçünde gülmekten kendimi alamadım. Kitap tamamen komikliklerle mi dolu? Yo hayır. O kadar şahane tasvirler var ki böylesi ender bulunur açıkçası. Yazarın şu nehir yıldız ve güneş betimlemelerine bayıldım. Sizce de harikulade değil mi?

"fakat hava soğuyup göğü kara bulutlar kapladığında, ağlayan bir kadının gözyaşları gibi yağan yağmurun altında titrerken insanın yüreğini üşütür bu nehir. Kıyıdaki ağaçlar toprağa çöken sisin içinden sessiz hayaletler gibi yükselir, kötülük dolu gözleriyle her an insanın üzerine atılacakmış gibi pusuda beklerler sanki. işte o zaman o sevecenliğinden eser kalmaz nehrin; pişmanlıklarla dolu bu toprakların içinden akıp giden lanetli bir nehre dönüşür.”

 “Sanki yıldızlar toprak anayla konuşmak için biz insanların uyumasını beklemişlerdi. Şimdi de çocuklar duymasın diye fısıldayarak konuşan anneler gibi, derinden gelen bir sesle bizlerin akıl erdiremeyeceği gizemli olaylardan söz ediyorlardı.
Buz gibi berrak ışıklarıyla ne gariptir şu yıldızlar…”

“güneştir bu doğaya hayat veren. O bulutların ardında kaldığında tabiat ananın güleç yüzü kararır, gözlerindeki sevinç pırıltıları sönüp gider. Kocası ölmüş dul bir kadın gibi içine kapanır, sanki biz çocuklarını artık sevmiyormuş, umursamıyormuş gibi duygusuz, bomboş bir ifadeyle bakar bize. Bizlerse annelerinin etrafını sarıp ellerine dokunan çocuklar gibi onun o kederli yüzüne bakar, sevecen bir bakış, bir gülümseme görmek için boş yere bekleriz."

Yazar genç adamların başından geçen trajikomik olayları nasıl mizahi bir dille anlatmışsa da bence asıl ustalığını yaptığı bu muhteşem şairane betimlemelerle konuşturmuş. Bununla da dili ne kadar ustaca kullanan bir yazar olduğunu okuyucuya göstermek istediği açıkça ortaya çıkıyor.

6-7 yıl evvel çok cüzi bir fiyata aldığım kitabın –kaldı ki fiyatı hala çok uygun- beni cezbeden yanının fiyatı olmadığı kesin. Sanırım kitap kapağındaki teknede üç adam görüntüsü ilgimi çekmişti.

Bu kitap kesinlikle günlük güneşlik bir temmuz ayında ya da bir mayıs akşamında okunmamalı. En güzel okunacağı zaman havanın kapalı olduğu, sonbahar mevsimi ya da bol yağmurlu bunalıma girdiğiniz bir anda okunmalı. Zira ruhunuzun sıkıldığı, yüreğinizin daraldığı bir anda anti depresandan daha etkili geleceğini, zihninizi boşaltıp, bedeninizi rahatlatacağına garanti verebilirim.

19 Şubat 2015 Perşembe

Bende Kapalı Hava Sendromu Var

Yağmuru sevdiğim bir gerçek. Ama bu gerçek, kışa âşık olduğum anlamına da gelmez. Yağmuru severim evet ama kapalı, ruh bunaltan, yürek daraltan gri havayı asla, sevemedim.  Bu renksiz, bıçak gibi kesen soğuk bir havaysa ve şuan içinde bulunduğum ortam gibi on gündür tek bir anında güneşi görememişsem düşünün benim ya da benim gibi diğer insanların halini. Durumları pek elem verici, acı ve ızdırap doludur.
Evet, sakin sakin yağan yağmuru, yağmurun altında yürüyüş yapmayı severim. Ama ben her şeye rağmen yaz insanıyım, masmavi gökyüzünü, pırıl pırıl güneşli havayı severim; onunla ruhum aydınlanır, yüreğim kıpır kıpır canlanır, hayat bulur coşarım. Çocuklar gibi şen olurum. İçim içime sığmaz, yapacak bir şeyler arar, kendi kendime iş yaratırım.
Ünlü şairimiz Cahit Sıtkı TarancıGüneşe Ait Çocuk” adlı şu şiirinde sanki beni anlatmış.
....
....
Güneşe kavuşabilmek için çocuk, 
Gündüzün boş yere çırpınır durur.
Nihayet, nihayet geceleyin çocuk,
Koynunda güneşle beraber uyur.


















Lakin dediğim gibi yurdumuzun her tarafı şu sırlar kara kışa teslim olmuş durumda.
Güney sahillerinde sağanak yağmur günlerdir devam ederken, yurdun iç, batı, kuzey ve doğu kesimleri yoğun kar yağışına teslim olmuş durumda. Sabah ve akşam saatlerinde şiddetini giderek arttıran kar yağışı geceyle birlikte tipiye dönüşmekte. Karayollarında ulaşım güçlükle yapılabilirken, maalesef hava ulaşımında durma noktasına kadar gelmiş durumda. Hatta uzun zamandır Atatürk Havalimanı’nın kapandığı anlara tanıklık dahi ettik.

Okulların kötü hava şartlarından dolayı yurdun büyük bölümünde tatil edildiği; buna en çok ta çocuklar sevindiler tabii ki :) yüzlerce köy yolunun kapandığı, şehirde yaşamını sürdüren insanların evden işlerine – işten evlerine ulaşmakta güçlük çektikleri, karayollarında zincirleme kazaların meydana geldiği, kırsal kesimlerde çobanlar gibi dışarıda çalışmak zorunda kalanların donarak hayatını kaybettiği kötü bir şubat geçirmekteyiz.

Bu olumsuzlukların uzun süre daha devam etmesi bazı insanlarda kış depresyonu denilen rahatsızlığı tetikleyecektir. Tamamen mevsimsel olarak yaşanan bu rahatsızlık kısa bir izahatla ruhsal çöküntü olarak adlandırılabilir.Bu duruma düşmemek için içinde bulunduğumuz şartların geçici olduğunu, kışın kışlığını yapacağını ve her mevsimin ayrı güzellikleri olduğunu kabullenmemiz gerekecek. Kalın kıyafetler giyinerek çocuklarımızla birlikte etkinlikte bulunmak; kartopu oynamak, kardan adam yapmak ve ayrıca eş veya arkadaşlarımızla kısa yürüyüşlere çıkmak belki de sosyal etkinliğimizin artmasına ve yüzeyselleşen insani ilişkilerimizin pozitif yönde gelişmesine de vesile olacaktır.

15 Şubat 2015 Pazar

Yağmur ve Özlem

Yaklaşık on gündür kısa aralıklarla da olsa devam eden yağmur, bir anda beni çocukluğuma götürdü doğrusu. Son yıllarda yağmura olan özlemim tarif edilemez boyuta ulaşmıştı. Yağan bu yağmurla bu özlemimin nispeten dindiğini söyleyebilirim. 

Çoğu insan yağmuru istemez. Ben yağmuru severim. Yağmurda adeta kendimi buluyorum. Sanki eksik olan bir yanımı tamamlıyor. Yağmurun sesinde mi desem, onun o eşsiz kokusunda mı desem tarif edemediğim, çıkartamadığım bir tanışıklık hissediyorum. Her bir damlasının toprakla buluşmasında kendimle, ruhumla bütünleştiğini hissediyor, yaşamımın anlam kazandığının farkına varıyorum.

Bilmiyorum, her neyse, nedense yinede tam tarif edemiyorum. 
Ama bir şeyi biliyorum ki, ben yağmuru seviyorum… 


5 Şubat 2015 Perşembe

Satranç

Kitabın Adı: Satranç
Yazar: Stefan Zweig
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu
Yayınevi: Can Yayınları
Sayfa:71
Eabt:13x20 cm 

Yazar Hakkında:

28 Kasım 1881 yılında Viyana’da varlıklı bir sanayicinin çocuğu olarak doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başlamış, İngilizce, Fransızca, Latince, İtalyanca ve Yunaca gibi birçok yabancı dili öğrenmiş ve lise çağında şiir yazmaya başlamıştır. Öğrendiği yabancı dillerin katkısı ile Berlin ve Viyana’da Felsefe, Alman Edebiyatı okumasının dışında Roman dilleri ve edebiyatlarını da okuyup öğrenmesini sağlamıştır.
Yirmi üç yaşında felsefe doktoru olan ve aynı yıl, ülkesinin en yüksek edebi ödüllerinden biri olan “Bauernfeld Şiir Armağanı’nı” kazanan Stefan Zweig “edebiyatın hayat demek olmadığına”  inandığı için Fransa, İtalya, İspanya, Kanada, Hindistan, İngiltere gibi birçok ülkeye uzun süreli seyahatlere de çıkmıştır. Bu seyahatler onu yazmaktan geri koymadığı gibi birçok tiyatro eseri de yazmştır. Bu eserler başta Almanya olmak üzere birçok dile çevrilerek birçok ülkede sahnelenmiştir.

1.Dünya Savaşı yıllarında İsviçre’de, savaşın bitiminden sonra ise 1934 yılına kadar Salzburg ’ta yaşayan, 1920 yılında bu şehirde ilk evliliğini Frederike Von Winternit’le yapan Zweig, Almanya’da Nazilerin başa gelmesi ile 1934 yılında Avusturya’dan ayrılarak İngiltere’ye göç etmiştir.
1937 yılında ilk eşinden ayrılarak Lotte Altmann ile evlenmiş ve Portekiz’e gitmiştir.
Oradan da New York’a giden yazar, buradan da sıkılınca 1940 yılında Brezilya’ya yerleşir.
Edebiyatın tahlil ustalarından biri olan Zweig 22 Şubat 1942 yılında Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu derin üzüntüden hayal kırıklığına uğradığı için karısıyla birlikte Rio De Janeiro intihar eder.
Türkçeye çevrilmiş olan başlıca eserleri şunlardır: Meçhul Kadının Mektupları, Nietzsche, Merhamet, Korku, Karışık Duygular, Üç Büyük Adam, Yürek Çöküntüsü, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu.

Konusu Arka Kapaktan:

Rastlantı sonucu eline geçirdiği kitapla satrancın inceliklerini öğrenerek bu oyunu bir tutkuya dönüştüren ve giderek bu tutkusu yüzünden beyin hummasına yakalanan Dr. B.’nin öyküsüdür görünüşte Satranç. Ama derinlerde bir veda mektubudur aslında.

Stefan Zweig’ın Brezilya’da sürgündeyken yazdığı ve Şubat 1942’deki intiharından birkaç ay önce tamamladığı Satranç, Avrupa kültürünün nasyonal sosyalist tehlike altında yok oluşuna işaret eder.
Avrupa kültürüne elveda derken yaşamada veda etmeyi seçen Zweig’ın son yapıtı Satranç, gerilimli kurgusu ve kahramanın ruhsal gelgitlerinin işlendiği dokusuyla, kısa ama her bakımdan etkileyici olağanüstü bir uzun hikâyedir. 



Kitabın Analizi & Yorumum:

Bu uzun hikâye dünya satranç şampiyonunun New York’tan Buones Aires’e hareket eden bir gemiyle yolculuğa çıkmasıyla başlar. Peki, bu şampiyon kimdir? Slovenya’da Tuna Nehri üzerinde gemicilik yapan ya da daha doğru bir tabirle kayıkçılık yapan ve kayığı büyük bir gemi tarafından ezilip parçalanan ve bu kazada ölen bir adamın oğludur. Babasının ölümünden sonra yaşadıkları köyün papazı tarafından koruma ve bakımı altına alınan 12 yaşındaki asosyal bir erkek çocuğudur.
Mirko Czentovic adlı bu çocuğu papaz okula gönderir. Okulda öğrenme güçlüğü çeken çocuğa evde özel dersler vererek öğrenme eksikliğini gidermeye çalışır. Papazla köyün Jandarma çavuşu evde düzenli olarak satranç oynarlar. Onlar satranç oynarlarken de Mirko onları hiç konuşmadan izler durur. Böyle oyun oynadıkları bir günde papaz aniden eve gelen bir köylünün ölüm döşeğindeki ailesine yardıma gider. Jandarma çavuşu da yarım kalan satranç oyununu pür dikkat takip eden Mirko ile oynar. İşte ne oldu ise o zaman olur. 

Zira Mirko o güne kadar hiç oynamadığı satranç oyununda çavuşu 14 hamlede mat etmeyi başarmıştır. Bu çavuşun aklını başından almıştır. Bu aptal aptal oyunları takip eden çocuk kendisini mat etmiştir. Köydeki ve kasabadaki satranç bilen herkesi tek tek yenen Mirko herkesin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Sonrasında dünya şampiyonlarına karşı maçlar yapar ve hepsini tek tek yener. Artık avanak ve aptal Mirko çocuk dünya şampiyonudur.
Yenmediği kimse kalmamıştır. Ve işte şimdi de bindiği bu gemiyle Arjantin’e gitmektedir.

Bu gemide petrol zengini Mc Conner’de vardır. 250 $ karşılığında Mirko bu zengin adamla oyun oynamayı kabul eder ve ilk oyunda onu yener.  Bir iki el daha oyun oynarlar ve birkaç el daha yener. Son oynadıkları oyunda ise Mc Conner hamle yapacağı sırada omzuna bir el dokunur ve yanlış hamle yapmasını engelleyerek mağlup olmasını önler. Bu son oyunu kazanmıştır. Oyunun kazanılmasını sağlayan bu gizemli yabancı kimdir?



Evet, bu gizemli kişi kendisini Dr. B. olarak tanıtır. Kendisi Hitler döneminde Avusturya’da tutuklanan ve otel odasına kapatılan bir avukattır. Odaya kapatılmadan evvel üzerindeki iletişime yönelik her türlü araç gereç alınır. Fakat bir duruşma öncesinde Dr. B. Birisinin pardösü cebinden bir kitap çalmayı başarmıştır. Çaldığı bu kitap ise tüm dünya şampiyonlarının oynadıkları oyunların detaylarını gösteren bir satranç kitabıdır. Dr. B. tutuklu kaldığı bu otel odasında tüm bu oyunları aylarca kendisine karşı oynar. Sonunda artık kitabı ve satrancı yutmuştur. Artık hafızasında bile satranç oynayabilmektedir. İşte Dr. B. Mirko’ya karşı, yani bir dünya şampiyonuna karşı oynama şansını yakalamıştır. Evet, bundan sonrasında ne olduğunu aktarmak istemiyorum. Bundan sonrası sürpriz olsun.

Doğrusunu söylemek gerekirse ilk sayfalarında kitap biraz sıkıcı :(  geldi ama kendimi biraz zorlayınca çokta kötü olmadığını ve gecenin bir vakti beni hemen sardığını fark ettim. İyi ki de okumayı bırakmamışım :) Birçok yazarın 400-500 sayfada anlatmaya çalıştığı bir olayı Stefan Zweig 71 sayfa gibi kısa bir kitaba sığdırmayı başarmış. Ayrıca sayılı birkaç karakterle bile heyecan dozu yüksek, merak uyandıracak bir eser ortaya koymuş olması yazarın ne kadar usta bir edebiyatçı olduğuna bir örnek olsa gerek. Zweig’i tebrik etmek lazım. Kitabın dilinin günlük konuşma dilinde yazılmış olması okunmasını kolaylaştırırken içerisinde geçen felsefi konuşmalar ise kitabın değerine değer katmış doğrusu.
Kitabı e-kitap olarak okudum ve elimden bırakamadım. Gönül isterdi ki biraz daha uzun olsun.
Kitabı araştırırken birçok farklı yayınevinden çok farklı ve mükemmel kapak tasarımları gördüm.  Kendimde bir satranç sever olarak en kısa zamanda kitabı satın alıp, önce onun özgün kapak tasarımına dokunup sonra da sayfalarını çevirerek tüm benliğimle özümseyecek daha sonrasında da kitaplığıma koyacağım.