Sayfalar

10 Aralık 2016 Cumartesi

Keman Sesi... Ruhun Sesi

Keman; insanı derinden etkileyen güzellikteki sesiyle, yaylı çalgılar ailesinin en önemli üyesidir. Aslen batı kaynaklı bir enstrüman olan Keman, yaklaşık 200 yıldır Türk müziğinde kullanılmaktadır. 16 ve 17. yüzyıllardaki Keman yapım ustaları tarafından son şeklini almış, 19 yüzyılda ise asıl şekli korumakla beraber bazı değişikliklere uğramıştır. 

Sesi bir çok enstrümana göre insan sesine daha yakın olan Keman, 4 tellidir ve doğal kıllardan oluşan bir yay ile çalınır.


Gelin şimdi bu aletten biraz duygusal, biraz melankolik ve biraz da huzur verici bir eserle ruhumuzu dinlendirelim.

7 Aralık 2016 Çarşamba

Kitap:Küçük Tatlı Şeyler


Kitabın Adı: Küçük Tatlı Şeyler
Yazarı:Jilliane Hoffman
Çevirmen: Esat Ören
Yayınevi: Altın Kitaplar
Sayfa Sayısı: 400

Ücret: 23 TL

Yazar Hakkında:
1967 yılında Amerika’da Long İslan kasabasında doğmuştur. Florida’da aile içi şiddet ve suçluların yasal iadesi birimlerinde eyalet savcı yardımcısı olarak profesyonel iş hayatına atılmıştır. Narkotik, cinayet ve organize suçlar konusunda yüzden fazla özel ajan eğitmiştir. En çok satan kitaplarının arasında Retribution, Last Witness, Plea of Insanity ve Küçük Tatlı Şeyler yer almaktadır.

Arka Kapaktan:
Karanlıkta açlık çekerek yavaş yavaş ölmenin nasıl olacağını düşünmeye başladı.
Zifiri karanlık mahzende yaşamaktansa ölmeyi yeğlerdi.
Eğer adam geri dönmezse burada ölecek ve hiç kimse cesedini bulamayacaktı.
Özel Ajan Bobby Dees acı çekmenin neler hissettirdiğini iyi bilirdi. Evlat acısını anlardı. Aynı olayla tekrar yüz yüze gelmemek için her türlü fedakârlığı yapardı. Pazar sabahı gelen telefon onu acılar dünyasından ve uykusuz gecelerden uzaklaştırdı. Ama daha derin karanlıklara gömdü. Elaine Emerson adındaki genç kız kaybolmuştu. Ve onu ancak Dees bulabilirdi. Elaine son kez erkek arkadaşını beklerken görülmüştü. "ElCapitan" adıyla tanınan esrarengiz adamla gizlice internette tanışmıştı. Aslında bu adam Dees’in en kötü kâbuslarından daha acımasız ve ürkütücüydü...

Kitabın Analizi & Yorumum:
Olaylar Fort Lauderdale’in batısında Everglades’in bitişiğinde, Miami’nin 70 km kuzeybatısında yer alan ve yakın bir zamana kadar kimsenin adını bile anmadığı bir bölgede hızla gelişmiş bir banliyö olan Coral Springs’te geçiyor.  Bu gelişimde Coral Springs’in toprak yolları asfaltlanıp dört şeritli otoyol haline getirilmiş, fasulye tarlalarının yerine lüks siteler dikilmiş, her köşede bir tane Starbucks bitivermişti. Hani bizde bir atasözü vardır ya sözüm meclisten dışarı “nerde çokluk, orada bokluk” diye, işte hal böyle olunca da Coral Springs belalı semtler ve işlenen suçlar bakımından da payını almıştı.

İşte kahramanımız da bu işlenen suçlarla ilgilenen FET Özel Ajanlarından Bobby Dees. Bobby Özellikle evden kaçan, kaçırılan ve işlenen cinayetleri çözme konusunda uzmanlaşmış bu konuda herkesin takdirini kazanmış bir ajandır. Eşi LuAnn’la birlikte yaşamaktadır. Eşi Luan bir hastanede hemşire olarak çalışmaktadır. Ayrıca geçen yıla kadar lisede okuyan bir de Katy adında kızları da vardı. Bir yıl evvel lisede okuyan kızı Katy evden çıkmış ve bir daha kendisinden hiçbir haber alınamamıştır.
Katy’nin serseri, eroinman erkek arkadaşı Ray Coon’la kaçtığı tahmin edilmektedir. Zira Katy’ninde kollarında uyuşturucu kullandığına dair iğne izlerini hem annesi hem de babası görmüştür. Bu nedenle kızları Katy’nin bu erkek arkadaşıyla kaçtığı varsayılmaktadır.

Tıpkı 23 Ekim tarinde okuldan çıktıktan sonra kayıplara karışan on üç yaşındaki Elaine Emerson’da olduğu gibi.  Elain annesi, üvey babası, kendisinden küçük erkek kardeşi ile birlikte yaşamaktadır. Ha bir de yine aylar önce evden kaçan ablası var. Elaine’in üvey babası bir oto alım satım dükkânında çalışmaktadır. Ablasının evden kaçma sebeplerinden birisi de bu üvey babasıdır. Zira Elain de ablası da üvey babalarından nefret etmektedirler.
Neyse biz gelelim şimdi olayların gelişimine. Evet dediğimiz gibi on üç yaşındaki Elain’in ortadan kaybolmuştur. Ajanımız Bobby ve amiri Zo kızın evden kaçışıyla ya da okuldan sonra kayboluşuyla ilgili arama çalışmalarına başlarlar. 

Bobby kızın annesiye ve babasıyla görüşüp onları sorgular. Tüm bunlar yapılırken Coral Springs’in yerel televizyon kanalı olan Kanal Altı Muhabiri Mark Felding’e göndericisi belli olmayan bir zarf gelir.
Zarfın içerisinden ağzı çığlık atar gibi açık ve büzülmüş, gözlerinin olması gereken yerde iki siyah delik olan ve yanaklarından aşağıya kırmızı boya damlaları süzülen gerçek bir portredir. Bu akıl almaz ve kan donduran portrenin üzerinde ise FET Özel Ajan’ı Bobby Dees’e yazmaktadır.

Kanal Altı muhabiri Mark Felding hemen telefonla ajan Dees’i arar vekaybolan kızla ilgisi olabileceğini düşündüğü ve  mutlaka kendisinin görmek isteyeceği bir şey göstereceğini söyler. Zira kahramanımız Bobby Felding’ten pek hoşlanmamaktadır. Bunu Feldig’te bilmektedir. 

Ajanımız haberi alır almaz Felding’in yanına gelir.  Bobby’nin gördükleri karşısında adeta nutku tutulur.  Bu gerçek kadar etkileyici ve kan dondurucu manzara karşısında şaşkına dönen Bobby eli kanlı ve cani ruhlu bir katille karşı karşıya olduğuna kanaat getirir. Ertesi günse portredeki küçük kızın cesedi bulunur. Artık Bobby’nin elini çabuk tutması gerekir. Bobby Elaine’in evine tekrar gelir ve onun odasında inceleme yapmak istediğini annesine söyler. Annesi her nekadar istemeye istemeye de olsa buna müsaade eder. Zira emniyet teşkilatının boş yere zaman kaybettiğini ve kızlarını dışarıda aramaları gerektiğini düşünür. Oysa Bobby kızın odasındaki bilgisayar’da yaptığı kısa bir araştırma ile My Space denilen bir sosyal ağ üzerinde kızın ElCapitaine nickyle tanımlı bir erkekle okul sonrası buluşmak üzere anlaştıklarını ortaya çıkarır. Ayrıca üvey babası üzerinde yaptığı derinlemesine araştırma ve takiple adamın odasında boya malzemelerinin bulunması zanlı olduğu kanaatine varır. Bunun üzerine Bobby ElCapitain’in üvey baba olduğunu düşünür ve bunun üzerinde yoğunlaşır. Zo’nun da desteğini alarak üvey babanın 24 saat izlenmesini sağlar. Görsel ve yazılı basında cinayetler Picasso diye adlandırılmaya başlar.

Hiç beklenmedik bir anda ağzı çığlık atar gibi açık ve büzülmüş, gözlerinin olması gereken yerde iki siyah delik olan ve yanaklarından aşağıya kırmızı boya damlaları süzülen iki kızın portresi yine bir zarfla muhabir Felding’e gelir. Portrenin üzerine yine ajan Dees’in ismi iliştirilmiştir.
Ertesi gün iki kızkardeşin cesedi tam da portrede olduğu gibi vahşice öldürülmüş halde bulunur.
Bunun üzerine üvey baba zanlı olmaktan çıkartılır. Birkaç gün arkasından bir izci ve babası tarafından Ray Coon’un  Bella Glade Marina Kampı’nda başının arkasından vurularak öldürülmüş halde cesedi bulunur.
Bunun üzerine Bobby’nin kafası iyice karışmıştır. Zira Ray öldürüldüğüne göre kızı nerededir? Kızı da katilin elinde midir? Yoksa o da mı öldürülmüştür.  Bobby’nin ümidi iyice azalmıştır.
Ta ki karısı LuAnn’dan bir telefon gelene kadar. Gelen telefonda LuAnn tam da evlilik yıldönümlerinde bir buket çiçek aldığını iliştirilmiş notta “Yıldönümü kutlu olsun umarım hiç unutmazsınız” yazıyordu. Ray Coon’un lise yıllığından alınmış siyah beyaz resminde gülümseyen yüzü örünüyordu ve öldürüldüğüne dair gazete küpürünün iliştirildiğini söyler. İşte o zaman Bobby’nin kafasında şimşekler çakar ve katilin kim olduğunu artık bildiğini söyler. 
Bunda cesedi bulunan kızların tırnakları arasındaki toprak analizinde toprağın şekerkamışı tarlasından ve kullanılan zirai ilaçlarında bölgeye yakın bir çiftliği işaret ettiği neredeyse kesinlik kazanır. Bunun üzerine Bobby birkaç polisi de alarak çiftliğe doğru yola çıkarlar. 40-50 km gittiklerinde çok meczup ve atıl durumdaki bir çiftlik evine ulaşırlar. Bu bina girişinde bir pansiyon adı yazmaktadır. Fakat pansiyonun uzun süredir kullanılmadığı bir gerçektir. Bobby’nin kalbi heyecandan duracak gibidir. Acaba kızı da burada mıdır? Pansiyona girdiğinde her taraf zifiri karanlıktır. Ses çıkartmadan dikkatlice koridorların arasında ilerlerken bir alev fark eder, her şey geç olmadan “ben polis” diye bağırarak sesini duyurmaya çalışır. Çok derinlerden cılız bir ses duyulur. Sesin nereden geldiğini kestiremez. Hızlı hızlı ve körü körüne katlar ve odalar arasında dolaşırken sesin binanın tabanından geldiğini fark eder.

Tehlike hat safhadadır. Duyduğu ses kızı Katy’ye mi yoksa Elaine’mi aittir. Felding hangi cehennemde pusu kurmuştur. Alevlerin tüm binayı sarmaya başladığı ve her tarafı dumanların kapladığı bu cehennemden kurtulabilecek midir?

Sonunda sesin binanın taban döşemesinin altından geldiğini fark eder.  Zeminin tahtalarını sökerek girişe ulaşır. Katilin hangi cehennemden karşısına çıkacağını düşünürken Elaine’i önüne siper etmiş bir şekilde muhabir Felding’i karşısında görür. Silahını tereddüt etmeden Felding’ten önce ateşler ve onu sağ omzundan vurur. Felding yere yıkılır. Elaine serbest kalır ve Bobby’nin yanına koşar. Bobby Felding’e kızı Katy’i nereye sakladığını ve ona ne yaptığını sorar. Felding sırıtarak onu tahrik eder. Kahramanımız Ajan Bobby silahını bir kez daha ateşler, bu sefer de sol omzundan vurur. Üst katlarda alev şiddetlenmekte ve her yeri duman sarmak, bir metre ötesi bile gözükmemektedir. Nefes almaksa adeta imkansız bir hal almıştır. Zaman daralmakta fakat cani katil hala konuşmamakta direnmektedir. Bu kez de diz kapağına ateş eder Bobby ve Elain’i de alarak oradan çıkması gerektiğini düşünür. Elaine Katy’i başka yere kaçırdığını söyler. Bobby önce kızı dışarıya çıkarır ve ardından kendisi binanın bodrumundan güç bela kurtulurlar. Bu esnada dışarıda takviye polis ekipleri, itfaiye çoktan olay yerine ulaşmıştır. Çok miktarda dumana maruz kalan Bobby ve Elaine acilen ambulansla hastaneye kaldırılırlar.

Bobby gözünü açtığında hastanededir. Amiri Zo’nun verdiği bilgiye göre Elaine’in bahsettiği ve Felding’in kaçırıp başka yerde öldürdüğü Katy Bobby’nin kızı Katy değildir. Bu haberi alan Bobby bir az olsa da rahatlamıştır. Fakat kendi kızına ne olmuştur? Bu soru kafasını meşgul ederken odasına bir telefon bağlanır. Bobby merak ve heyecanla telefonu eline alır. Karşısındaki ses genç bir bayana aittir. Baba diye seslenir.  ****Baba ben Katy… ****
  
Evet kitabın çok ayrıntılı özeti  bu şekilde. Şimdi gelelim kitapla ilgili düşüncelerime:
Altın Kitaplar’dan 2011 Nisan ayında çıkmış ve Esat Ören çevirisiyle okuyucuyla buluşmuş. Kitabın çevirisinde herhangi bir sıkıntı yok. Gayet güzel. Bu nedenle çevirmeni kutluyorum. Yazar gerilim ve polisiye tarzında müthiş bir iş çıkarmış. Bunda mesleğinin verdiği yılların birikimi tecrübesi elbette ki kaçınılmaz. Anlaşılır yalın ve sade bir dil kullanması okunmasını kolaylaştırırken. Heyecan dozunun her bir  bölümde artarak devam etmesi de kitabı elinizden düşürmemenizi sağlıyor.
Kitabın adına bakınca “Küçük Tatlı Şeyler” in ne olduğu konusunda çok fazla lafa gerek kalmıyor.
Olumlu anlamda olmasa da evet “Küçük Tatlı Şeyler” uygun düşmüş ve yazar bu konuda bir miktar ironi yapmak istemiş. İçerisinde Amerikan aile yaşantısının içinde bulunduğu durumu da gözler önüne seriyor olması okuyucunun farklı kültürlerin yaşamından da bilgi sahibi olmaları adına pozitif bir yön.
Kan Bağı’ndan sonra okuduğum en heyecan verici kitaptı diye düşünüyorum.
Ben genelde kitapları okuduğumda bana ne kattı diye de soru sorarım. Edebi anlamda katkı sağladığını söyleyemem. Satın alırken ki beklentimi yani heyecan dolu polisiye kitap okuma ihtiyacımı karşıladı sadece. Vakit öldürmek için iyi bir kitap. Edebi beklentisi olanlara tavsiye etmem. 
Son olarak kitaptan bana göre en can alıcı cümle aşağıda geliyor.


Kitaptan Alıntı:
İnsanlar hep hayat değiştiren bir olay sırasında en güzel şeyi söylediklerini veya yaptıklarını sanırlardı, Ama bazen bu sözler veya eylemler en derin yaraları açıyordu.

18 Kasım 2016 Cuma

Monica Mancini - Senza Fine

Ülkemizde 2003 yılı başlarında Hayalet Gemi adıyla sinemalarda gösterime girmişti. Filmin orijinal adı  Ghost Ship’ti. Bu korku-gerilim tarzındaki filmin müziklerinden birisi olan Senza Fine filmi izlediğimde  çok hoşuma gitmişti. 

Sözlerini 1932 doğumlu ünlü İtalyan Film Müziği Bestecisi Gino Paoli’nin yazdığı ve 1952 doğumlu çifte Grammy ödüllü Amerikalı sanatçı Monica Mancini’nin yorumladığı şarkıyı bugün tekrar dinleme isteği uyandı içimde.


İçinde bulunduğum modan mı yoksa havanın buna uygun olmasından mıdır bilemedim. Ama dinledikçe dinlendim diyebilirim.

14 Kasım 2016 Pazartesi

Kitap: KAZAKLAR


Kitap Hakkında:
Yazarı: Lev Nikolayeviç Tolstoy
Çeviri: Leyla Soykut
Yayınevi: İletişim  Yayıncılık
Sayfa:264
Ebat: 14x20 cm
Puanım:75

Ne Buldum: Beklentime cevap aldım. Beni şaşırtmadı doğrusu

Yazarın Biyografisi:

Rus edebiyatının en büyük realist yazarlarındandır. Leo Tolstoy, 1828 Rusya'nın Tula eyaletinde dünyaya gelmiştir. Oldukça soylu bir aileden gelen Tolsoy yaklaşık 2 yaşındayken annesini, 9 yaşındayken ise babasını kaybetmiştir. Daha sonra hukuk ve Doğu dilleri eğitimini almış, Kafkas ve Kırım savaşlarına katılmış, Sivastopol Savaşı’nı anlattığı eseriyle de üne kavuşmuştur. Batı medeniyetini de yakından tanıyan Tolstoy, Rusya’da Aristokrat-kapitalist Çarlık düzenine karşı eleştirel bir tutum takınmıştır. Yaşadığı dönemdeki adaletsizlik, ahlaksızlığı savaş biçimleri ve sınıf ayrımı gibi kavramlara şiddetle karşı çıkmış bir yazardır. Romancılığının yanında eğitimci ve filozof kimliği ile de tüm dünya tarafından konuşulmuş bir yazardır. Eserlerinde gözlem gücü son derece yüksek olan Tolstoy, Rus toplumunun sorunlarını özellikle köylü kesimin yaşam biçimini eserlerine yansıtmıştır. 1910 yılında Astapova adlı tren garında zatürreeden ölmüştür.

ESERLERİ: Savaş ve Barış, Anna Karanina, Diriliş, Hacı Murat, Serge Baba, İvan İlyiç’in Ölümü, Yaşayan Ölümü, Kazaklar, Kröyçer Sonat

Arka Kapaktan:
1863’te yayımlanan Kazaklar, Tolstoy’un yarı-otobiyografik kitaplarından biridir. Genç ve zengin bir Moskovalı olan Olenin, daha “sahici” bir hayat arayışıyla rus ordusuna yazılıp
Kafkaslar’a gider. Birliğiyle yerleştiği bir Kazak köyünde, bir yandan tabiatın ihtişamı karşısında sarhoş olur, bir yandan Kazak ve Çeçenlerin kaba güçlerinden etkilenir, bir yandan da köylü bir kıza duyduğu aşkın karşılıksız kalışıyla, kısa süreli de olsa ruhsal bir uyanış yaşar. Capcanlı ayrıntılar, aşk acısı ve tabiatın güzellikleriyle örülmüş bu güçlü hikayeyi Leyla Soykut’un Rusça aslından yaptığı çeviriden okuyacaksınız.

Kitabın Analizi & Yorumum:

Olaylar Kazakistan’ın güney batı sınırında Elbrus Dağlarının kuzeyinde Terek nehri kıyısındaki Terek köyünde geçer. Bu köy tipik bir Kazak köyüdür. Köyün önemli geçim kaynaklarından birisi çihir denilen bir tür Kazak şarabıdır. Zaman olarak 19.yy’ın ortalarıdır. Kazakistan henüz Rusya’nın egemenliğindedir ve Kazak-Çeçen-Tatar çatışması hüküm sürmektedir bölgede.

Romanımızın kahramanı ise Olenin adında zengin bir Rus subayıdır. Kendisi ailesiyle birlikte Moskova’da yaşamaktadır. Çekinenliği sebebiyle aşk hayatında başarısız olan Olenin çevre baskısından bunaldığı için ve aynı zamanda Moskova dışındaki hayatı ve Kazakları daha iyi tanımak için tayinini ister. İstediği de olur ve Terek köyüne atanır.


Zengin Rus subayı Olenin ve uşağı Vanyuşa Marianka isimli kızın yaşadığı evde bir oda kiralar. Rusları pek sevmeyen Kazaklar, varlıklı subayı hemen benimseyip kendisine sıcak davranırlar.
Marianka, alımlı ve köyün en güzel kızlarından birisidir. Kazak karakolunda görevli yakışıklı, çalışkan ve mert Lukaşka, Çeçenlerle girdikleri küçük çaplı çarpışmada bir  Abrek öldürünce kendisine Cigit ünvanı verilir. Bu aynı zamanda köyün güzeli Marianka ile de sevgili olarak yakıştırılmasını da sağlar. Bu vesileyle iki genç flört etmeye başlarlar.
Bu arada Olenin köyde Yeroşka isimli eski bir avcıyla tanışır. Onunla birkaç kez ava gidip birlikte içki içerek güzel vakit geçirir. Lakin uşak Vanyuşa Yeroşkayı pek sevmemektedir.
Lukaşka’nın bir abrek öldürdüğünü duyan Olenin, onunla tanışmak ister. Lukaşka’yla tanıştığında onun yakışıklı, yetenekli ve cesur biri olduğunu fark eder ve kendisine bu başarısından dolayı bir at hediye eder. Tüm köy bu hediye olayını duymuştur.
Olenin Yeroşka ile ava gittiği bir gün, Lukaşka ile Marianka’nın evleneceklerini öğrenir.
Olenin Marianka’ya karşı pek ilgi duymamaktadır. Çünkü kısa zaman sonra en iyi arkadaşı Lukaşka’nın karısı olacaktır. Fakat ne kadarda istemese, gönlü her geçen gün Marianka’ya kayıtsız kalamaz. İstemediği halde kalbi onu her görüşünde küt küt çarpmaktadır.
Tam bu sırada Olenin’in asker arkadaşı Beletski görev için Kazak köyüne gelir.
Beletski köyde Ustenka adında bir kızla arkadaşlık etmeye başlar. Ustenka’ların evinde eğlence düzenlenir.

İşte olaylar bu eğlenceden sonra gelişir ve derinlik kazanmaya başlar. Çok sade, anlaşılır ve yalın bir dille yazılmış olan eseri, serin sonbaharın bir güneşli bir bulutlu günlerinde dizi izler gibi sıkılmadan okuyor insan. Dönemin yaşam şartlarının ve doğa koşullarının elverişsizliğini, köy insanlarının birbirleriyle olan ilişkilerine tanıklık etmeye olanak kılıyor eser. Bunda yazarın anlatım gücünün ve ayrıntılı tasvir ve analiz becerisinin katkısı büyük elbette.

Sıkılmadan okuduğum bir dünya klasiğiydi açıkçası. Okurken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım desem yalan olmaz. Özellikle Kazakların yaşam ve kültürleri hakkında en azından bilgi sahibi oldum diyebilirim.

25 Ekim 2016 Salı

Kitap:Tarumarname

Kitap Hakkında:
Adı: Tarumarname
Yazarı: Meriç Eryürek
Yayınevi: Epsilon Yayınları
Sayfa: 640
Ücret: 25 TL

Arka Kapaktan:
Aşkın, okültizmanın ve kadim sırların romanı

Nev'i şahsına münhasır 'tanzimat tipi' Tevfik Efendi ve bu efendinin acaib-ül garayıb irfanıyla perişan ettiği beyzade Kıyam Bey'in İstanbul'dan Kahire'ye, Paris'ten New York'a, musibetten musibete uzanan ibrete şayan maceraları.

Bir tarafta Galata Ritüeli'nde palûze edilmiş şehzade Halim, Eskişehir'de havaya uçan tren vagonları, çöken piramitler, cereyana kapılıp çarpılan Tesla ve Edison, infilak eden malikâneler, yanan saraylar, yıkılan tapınaklar ve olanları gölgelerden seyreden karanlık Seth Teşkilatı... Öteki tarafta okültizma ritüelleri, büyü celseleri, simya deneyleri, pertavsızlı arkeologlar, simetri tutkunu bir haham, piramidinden uzak kalmış bahtsız mumya Amen-Ra, parlamentoyu barutla berhava etmeye çalışan Guy Fawkes, duran taşların sırrını keşfeden fizik âlimi Al Harazmi, satranç oynayan yeniçeri heykeli ve sonsuz yaşama kavuşmak için kendini mumyalayan hekim Albertino Ferrante... Tekmilinin ortasında bu hengameyi orkestra şefi misali yöneten, kendine okültizma ilminin yaşayan en le grande üstadı unvanını yakıştıran Tevfik Efendi. Tevfik Efendi'nin peşinde kainatı tarumar edecek nihai ritüeline mani olmaya ant içmiş eli palalı bedeviler, piştovlu zabitler, yeraltı örgütleri, Osmanlı hafiyeleri, suikastçi rahipler, Tuaregler, Fransız lejyonerleri...

Ve, elbette, belanın yıldırımını yağmurda paratoner misali çekmekle mükellef biçare dostu Kıyam Bey.

Meriç Eryürek ilk romanında bizleri şaşırtan tasvirleriyle canlanan rengârenk bir Tanzimat Dönemi dünyasına götürüyor. Tarumarname için yarattığı özgün dili kullanarak dönemin Batı hayranlığına hünerli göndermeler yapıyor ve tarihin en çizgi dışı karakterlerini sonu kestirilemez bir entrika hikâyesinde ustalıkla bir araya getiriyor.

Kitabın Analizi & Yorumum:
Kitap alışverişi yaparken bazen toplu halde birkaç kitap birden alırım. Aldığım bu kitapları okuma sırasına koymadan rafa dizerim. Sonra hangi duygusal modda isem, hangi kitap beni önce kendisine çekiyorsa önce o kitabı okurum. Ama bazen de kitapları özel günlere ve aylara ya da mevsimlere gelecek şekilde okurum. O içinde bulunduğum atmosferi daha iyi duyumsayıp özümseyeyim diye yaparım bunu.

İşte bir müddet evvel aldığım Sn. Meriç Eryürek’in “TARUMARNAME”si  de kendisini okumam için sonbaharı n gelmesini bekletti. Ekim’in ilk Cuma günü kitabı elime aldım ve okumaya başladım.  Bir kitabı okurken onun kalınlığı beni korkutmaz. Beni korkutup, okuduğum kitaptan soğutan şey kitapla aramda iletişimin başlayamamasıdır. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse: Sayfalarca okuyup da, okuduğumu anlayamıyorsam, algılamada güçlük çekiyorsam ve satırları gözüm okuduğu halde zihnim analiz edip sayfaların içine balıklama dalamıyorsam boşa kürek sallıyorum demektir. Boşa vakit öldürüyorum demektir.

Aslına bakarsanız kitabın kapak tasarımı çok güzel, lakin ne kadar çekici olsa da maalesef  fiçeriği çok sıkıcı buldum. Elli sayfanın üzerinde okumuş olmama rağmen kitabın adı gibi ben de "TARUMAR" oldum vallahi. Mümkün olduğunca başladığım hiçbir kitabı yarıda bırakmam. Ama bunu bırakmak zorunda kaldım. Yoksa psikolojik bunalıma girecektim harbiden.  Çok büyük umutlarla almıştım bu kitabı.
Yazar Sn. Meriç Eryürek kitabı ile ilgili bir röportajında bakın kitabının ana fikrini nasıl dile getirmiş:
 "Eğlenmeye geldiğimizi iddia etsek de, sirke gitmemizin asıl sebebi cambazın düştüğüne şahit olma arzusudur. İnsan, erişemediğine erişenin felaketiyle saadet bulur" Tarumarname'nin ana fikri bu.
Yazarın fikrine saygı duyuyorum ama tasvip etmiyorum.
                                                            
Sözün kısası kitap çok şık bir kapak tasarımına sahip ama hepsi bundan ibaret. Umarım yazarımız Sn. Eryürek daha iyi kitaplara imza atacaktır. Umutla bekliyorum.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Yine Olmadı

18 Haziran günü aynı başlıkla "yine olmadı" diye yazmıştım.
Bugün yine başlığım "yine olmadı." Bu gidişle daha çook yine olmadılar yazacağım galiba.

Evet, maalesef yine olmadı. Hep son dakikalarda ahlar vahlar, tühlerle kahroluyoruz. Bu kaderimiz mi bilemiyorum. Yaşım elliye dayandı hala şöyle ağız tadıyla rahat bir milli maç izleyemiyorum.
Dün akşamki İzlanda - Türkiye maçında olduğu gibi hep ilk yarının sonlarında ya da 90. dakikada gol yiyoruz. Olmuyor yazık, hem de ne yazık. Söyleyecek söz bulamıyorum. 



Son Avrupa Şampiyonası sonrasında futbolcusundan, teknik direktörüne kadar herkes birilerine gelip hesap soracaklardı. Oysa ki işlerini yapacaklarına, kapalı kapılar ardında çelik çomak oynuyorlar sonra da birilerinden hesap soracağım efendim diyorlar.
Peki dünkü maçın ardından kim bu aziz Türk Milletine hesap verecek. Ben de bir vatandaş ve spor sever olarak soruyorum. Hadi cevap verin bakalım hesap soracaklar.
Sizler 22 kişisiniz bizler 80 milyonuz. 

Doğru dürüst bir pozisyonumuz bile yok. Yazıklar olsun demiyorum. Anlamazsınız ki. 
Sonuç ortada. Akşam kahrolduğumuz İzlanda – Türkiye milli futbol maçı. Nüfusu 335 bin olan İzlanda’yı  80 milyon nüfusu olan Türkiye olarak eze eze yenmemiz gerekirken, her maçta ezile ezile yeniliyoruz.  İnsanlarımız artık milli maçları izlemez, takip etmez oldu. Nerdeyse futboldan nefret eder hale geldik.
Sorunların giderilmesi ve çözümleri konusunda yapılması gerekenleri her spor kanalında İzlanda’yı analiz eden spor adamları zaten uzun uzun anlatıyorlar. O sebeple burada benim de anlatmama gerek yok.

Ama şunu söyleyebilirim ki 2 milyon nüfuslu bir ilimizde sadece 2 tane yüzme havuzu varsa, 40 bin nüfuslu bir semtte hiçbir tane futbol sahası yoksa, okullarda beden eğitimi derslerinde çocuklarımızın büyük bölümü spor kompleksi olmadığından yağ satarım bal satarım ve mendil kapmaca oynuyorlarsa fazla söze gerek yok.



SONUÇ DÜN AKŞAM OLDUĞU GİBİ: 
TÜH YİNE OLMADI...

6 Ekim 2016 Perşembe

Okuyorum





Yeni bir kitaba başlamak için kısa bir araştırma yaptım. Bunun sebebi malum mevsim sonbahar, yani hazan mevsimi. Yaprakların sararıp dökülmeye başladığı mevsim. Ben de mevsimin adına yakışır bir kitap olsun dedim. Aynı zamanda zevkle okuyacağım eğlenceli bir kitap olsun istedim. Yaptığım küçük bir araştırmada karşıma Meriç Eryürek'in  "TARUMARNAME"si çıktı. Eee ne yapalım bu seferlikte bu olsun dedim ve başladım okumaya :)

             Bakalım nasıl bir kitapmış, okuyup görelim.

30 Eylül 2016 Cuma

Kitap: KAPLAN KAPLAN



Kitap Hakkında:
Yazarı: Margaux Fragoso 
Çevirmen:  Bülent Ertaş
Yayınevi: Artemis Yayınları
Sayfa:464 s.
Ebat:14x20 cm
Ücret: 22 TL
Puanlamam: %85

Ne Buldum: Asla kimseye % 100 güvenilmemesi gerektiğini




Yazar Hakkında:

1979 yılında New Jersey’de doğan Amerikalı yazar. Binghampton Üniversitesi’nde doktarasını tamamlamıştır. Yazdığı kısa hikaye ve şiirler, The Literary ve Barrow Street’te ve daha birçok edebiyat dergisinde yayınlandı.





Arka Kapaktan:


Kimsenin anlatmaya cesaret edemeyeceği ürkütücü bir trajedi, bir gerçek hayat hikayesi… “Kaplan, Kaplan binlerce tartışma başlatacak. Margaux Fragoso müthiş bir empati becerisiyle imkansızı başarıyor ve bir pedofilin insan olarak portresini çiziyor. Böylece onun ağır suçunu, emsali nadir günahını hayal edilemeyecek kadar korkunç bir hale sokuyor. Aralarındaki ilişkiyi betimleyişi şok edici, çarpıcı, korkusuz ve sansürsüz. Kitap, bir kurbanın hikayesi olarak son derece sürükleyici; edebi açıdan ise çığır açan bir başyapıt.” -ALICE SEBOLD Cennetimden Bakarken’in yazarı




Kitabın Analizi&Yorumum:

Her kitap okuyucusunun ya da kitap kurdunun yeni bir kitap seçerken mutlaka kendine göre kriterleri vardır. Benim de öyle.  Bazıları sadece polisiye okurken, bir başkası tarihi romanları beğenip okuyabilir. Ya da birisi popüler kitapları almaya çalışırken bir diğeri aşk romanlarını tercih edebilir. Benim de en favori okuma alışkanlığım gerçek hayat hikayeleri , anı romanlar ve kişisel gelişim kitapları oluyor. Ama bu demek değil ki macera, polisiye ya da tarihi bir romanı ya da ne bileyim bilimsel bir kitabı okumam. Ben kitap hastasıyım ne bulsam okurum elimde var olanları sıralamaya koyar onları içinde bulunduğum psikolojik durumuma göre okurum. Neyse bu kadar gevezelik yeter bence. Şimdi KAPLAN, KAPLAN’a gelelim.

Margaux - ben ona Margo diye hitap edeceğim - romanımızın kahramanı oluyor; yedi yaşında küçük sevimli şirin mi şirin biraz da Japonlara benzeyen kız çocuğu.  Norveç, İsviçre, Japon melezi bir anne ile İspanyol kökenli bir babanın tek çocukları. Babası Loui alkolü seven bir tip. Romanın başlarında tam benim kafamda canlandırdığım baba modelinde. Yani baba gibi davranmaya çalışan bir tip.
Margo’yu genelde mutlu olduğu zamanlarda Keesy diye çağırıyor. Margo’nun annesi sıradan vasat - ki kafadan birkaç tahtasının da eksik olduğu kesin- yemek yapmayı beceremeyen, çamaşır bulaşıktan bi haber  öyle bir anne. İşte böyle bir ortamda yaşayan Margo’nun hikayesi bu. Hikaye 1985 yılının bir bahar ayında bir parkta piknik alanında geçiyor. Margo annesi ve annesinin arkadaşı bir bayan ve onun iki çocuğuyla pikniğe gidiyorlar. Güzel vakit geçiriyorlar. Bu küçük kızcağız hayatına girecek  o adamla yani Peter Curran’la o parkta tanışıyorlar. Peter 66 yaşında ikinci karısıyla bahçesinde şadırvanı bulunan güzel bir müstakil evde yaşayan ve evde tavşan, iguana, köpek, timsah besleyen
Pedofili (sübyancı) hastası bir adam. Bana göre bir sapık. İşte parkta başlayan tanışma zaman içerisinde Margo’nun annesiyle birlikte evde babalarıyla yaptıkları her can sıkıcı tartışma sonrası Peter’in bahçeli hayvanlı evine gitmelerle ilişkileri ilerliyor.

Peter de Margo’ya yakınlık gösterip bahçede oynamasına ve hayvanlarıyla ilhilenip onları izlemesine izin veriyor. Ama bu izn vermelerin ve güzel vakit geçirmelerin bir bedeli olduğu her geçen gün yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Lakin sevgili Margo kendisine yapılan ve hafif hafif başlayan cinsel tacizlere evde yaşadığı o baskıcı yaşamdan sonra katlanıyor. 

Peter’le olan birliktelikleri tamı tamına tam 15 yıl sürüyor. Büyüyüp gelişen okula giden Margo dışarıdaki hayatı da keşfetmeye başladığında ise aslında bir çok şey için geçtir. Bun farkına varan
Peter ise olaya kendince bir son buluyor.
Konuya derinlemesine girmeden kısaca özetlemeye çalıştım.  Yazar Fragoso kendi hayatını yazmış aslında buna nasıl ve neden karar verdiğini zaten kitapta’da anlatıyor. Kitabın konusu sıra dışı ve
İğrenç elbette, ama yazarı ben yine de cesaretinden dolayı kutluyorum. Zira tüm bu yaşadıklarını anlatmasa toplum içerisindeki bizler bu konulardan, tüm bu hasta ruhlu insanların neleri ne kadar ileriye götürebileceğini anlayamaz bilemezdik. Böyle olunca da çocuklarımıza bu tip insanlardan nasıl koruyabileceğimizi bilemeyiz. Bu yönüyle bakılırsa iyi bir eser.
Herkesin okuyabileceği bir kitap olmadığını kabul ediyorum. Kitabı alırken arka kapak yazısından
Olayların bu derece iğrençleşebileceğini tahmin etmemiştim.
Okuyup bitirdikten sonra bir müddet kendime gelemedim. Çok üzüldüm açıkçası.
İsteyen okuyabilir. Ama ikinci kez okumam için zaman geçmesi gerekir. Ki bu okuyuşumda da olaylara farklı bir gözle daha dikkatli bakıp dersler çıkartacağımı ve notlar alacağımı söyleyebilirim.
Benim kitaptan çıkarttığım sonuç şu oldu: 
Hiç kimseye ama hiç kimseye %100 güvenmeyin. Babanıza bile…

13 Eylül 2016 Salı

Bayram Ola


SAĞLIK, HUZUR VE NEŞE İÇİNDE GEÇİRECEĞİMİZ 
MUTLU BİR BAYRAM DİLİYORUM

23 Ağustos 2016 Salı

Kitap:Mekke'ye Yolculuk


Kitap Hakkında:
Kitabın Adı:Mekke’ye Yolculuk
Yazar: Murad W. Hofmann
Yayınevi: Çağrı Yayınları
Çeviri:İbrahim Kapaklıkaya
Sayfa:232
Ebat:13x20
Ücret: 8,-TL

Yazar Hakkında:
Eski bir Alman diplomat olan Murad Wilfried Hofmann, 6 Temmuz 1931’de Aschaffenburg’da doğdu.
Burada 1939-1945 tarihleri arasında 2.Dünya Savaşı’nı yaşadı.
1950 -1951 tarih aralığında New York Schenectady ve 1951 – 1958 yılları arasında Münih’te Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenimini tamamladı.

Bankacı olan oğlu John Chaské Alexander’in annesi, yani ilk eşi Amerikalı  Elizabeth Ann Griffeth ile evlendi. 1975 yılında eşi ölünce bir Türk harp sanatçısı ile evlendi.
Şu anki eşi ise Bulgar bir usta balerindir. 1954 – 1980 yılları arasında Köln, Londra ve New York şehirlerinde Bale üzerine yazılar ve kritikler yazdı.

Son olarak Federal Almanya’yı temsilen Brüksel’de Nato Enformasyon Müdürlüğü (1983-1987), Cezayir (1987-1990) ve Fas (1990-1994) Büyükelçiliği görevlerinde bulundu.
Dr. Hofmann 1980’de İslam’ı benimsedi ve 1992’de Hacca gitti. 1985’te Müslüman bir Alman’ın Günlüğü adlı eserini neşretti. 1992’de ikinci eseri İslam:Gerçek Alternatif’i neşredeceği ilan edilince basının fundamentalist suçlamalarına maruz kaldı. 2000’in girişi ile yazdığı 3.Binyılda İslam diğer eserleri gibi Almanca, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak yayınlandı. 2001 yılında cep kitapları serisinde İslam ve Kuran kitaplarını yayınladı.

1998’de editörlüğünü yaptığı Max Henning’in Almanca Kur’an Meali çok popüler oldu. Dr.Hofmann İngiltere, Almanya, Pakistan ve Amerika’da saygın dergi ve gazetelerde halen yazılarını yazmaktadır.

Arka Kapakatan:
İslâm'ın yüce maneviyatı, teorisi ve eğiticiliğini değil, pratikteki uygulamasını ele alan bu kitap, pratik İslâm ile bir kimsenin İslâm'ı yaşamaya çalışması halinde olup bitecekleri ve başkalarının bu dine nasıl tepkiler gösterdiğini kastediyoruz.

Aynı şekilde bu 
kitap yazarın; İslâm'ın tüm İnsanlık ve İslâm ümmeti için evrensel olarak geçerli büyük bir proje olduğuna ilişkin kendi değerlendirmesini yansıtmıyor. Bu eserde daha çok güncel hayatta ilişkin bazı yönler, insanın insan olması nedeniyle, kişinin dinini yaşayan bir Müslüman olarak, bazı kendi içinde karşılayabileceği pek de övünç duyulmayacak hususlar ele alınmaktadır.

Kitabın Analizi & Yorumum: 
Anı, Günlük, Anlatı türünde kaleme alınmış olan bu mütevazı eserde yazar bir yabancı, batılı ve farklı kültürden insan gözüyle yaşadıklarını muhteşem bir biçimde kaleme almış.
İslamiyet’i seçmesindeki sebepleri, neden bu dini seçtiğini, seçmesindeki bana göre mucizevi yaşantı ve tecrübelerini okuyucuyu sıkmadan, kitaba olan ilgisinden uzaklaştırmadan, merak uyandıracak, şekilde kaleme almış. Bu değerli yazarın yazdıklarını okurken birçok bölümde doğru bildiğim, bildiğim fakat yapamadığım, yaptığım fakat dikkatsizce davranarak hatalarla birlikte uyguladığım davranışların ne denli büyük eksilikler olduğunu hatırlatması, uyarması anlamında da önemliydi.


Kitabını bölümlere ayırmış olan sayın Hofmann her bir bölümde birbirinden ilgi çekici ve merak uyandırıcı bilgileri okuyucuya sunmakla da kalmamış okuyucunun elinde var olanın kıymetini, değerini
bilmesi anlamında harika nüktelerle de süslemiş. Aslında yapmak istediği kitabını süslemek olmadığını biliyorum. Çünkü eserini süslemeye ihtiyacının olmadığı, kendisinin de bir ego tatmini içine girmediği apaçık meydanda. İslam’ı seçtikten sonra ülkesinde karşılaştığı linç kampanyalarına ve tüm baskı ve güçlüklere rağmen inancından ve azminden zerre kadar bir şey kaybetmeden doğru bildiği yolda ilerlemeye devam etmesi inanın yüreğimi burktu, gözlerimi yaşarttı. En doğal haliyle yazmak bu olsa gerek.  Müslümanlığa geçmesinin ne denli doğru bir karar olduğunu aşağıda anlatılan ve kitapta geçen kısa bir bölümü okuyunca daha iyi anlamak mümkün:

Müslüman olduktan sonra Murad adını alır, müslüman olmasına giden yolda birçok hâdise O’nu etkiler, önemli olanlardan iki tanesini anlarsak herhalde mesele anlaşılmış olur.
Cezayir tam 8 yıl Fransızlara karşı bir milli mücadele verir. Rakamlar farklı olabilir ama 200 bin insan yerinden olmuş,250 bini de ölmüş.
Geceleri sokağa çıkma yasağı olduğu bir gece hanımı hastalanır, sabah bir taksi ile hastaneye gider hanımı az buluna kanı sayıklamaktadır. Kan gurubu O RH Negatif’tir, Cezayirli şoför arkaya döner müsterih olan ben size kan verebilirim aynı kan gurubundayız der.
O yıllarda bir Alman firma çalışanları moral için viski isterler, küçük bir uçakla viski bulup getirme görevi elçiye aittir. İç savaş esnasında eşini ve çocuklarını kaybetmiş bir anneye sorar Hofmann, Nasıl dayanıyorsunuz? Verilen cevap Bakara sûresi’n den bir âyettir. Âyet’in meali “Ey İman edenler! (Allah’tan) sabır ve salât ile yardım isteyin. Zira Allah sabredenlerle beraberdir” 2,153
Bir taraf viski ile moral bulurken diğer taraf bir âyetle, tüm bu hayat ve olaylar O’nu etkiler ve bir müslüman olur. Emekli olduktan sonra kitaplar yazar, konferanslar verir TV programlarında söyleşiler yapar, kurduğu bir vakıf ile doğuya Batıya dolaşır, yazdığı kitaplardan telif ücreti almaz.

Evet işte böyle değerli müstesna bir insan kitabımızın yazarı Murad Hofmann.
 Özellikle Fas’tan Hacca yaptığı yolculuğu anlattığı bölüm olağanüstüydü. Bunu o kadar mükemmel, ta yüreğinin en derinindeki Allah inancı ile bütünleştirmiş ki, adeta okuyucu kendisiyle birlikte bu yolculuğu eşlik ettiriyor ve yaşanası bu hac yolculuğu lezzeti insanın damağında kalıyor.
Sıradan bir Diyanet Vakfı Yayınevi ziyaretimde elime aldığım, elime aldığım andan itibaren beni kendisine adeta âşık eden bu kitabı elimden bırakamamış, ona sımsıkı sarılmamı sağlamıştı.
İyi ki de aldım demiyorum, almasam büyük bir aptallık, hâşâ sözüm meclisten dışarı “eşeklik etmiş olurdum”. Tüm bu cümlelerin ardından kitabı tavsiye edip etmeyeceğimi sormayacaksınız sanırım :)



Kitaptan Alıntılar:

* Evde etrafımı soyut ya da İslami sanat ile çevrilince, bu dinin sanat biçiminin cazibesini fark ettim. Ama maalesef Batı, sanat tarihi, İslam sanatını tanımlamada bile hala güçlük çekiyor.

Açıkça İslam’ı kabul etmemin etkisi en belirgin şekilde alkolü nazikçe reddetmemde ve akşam yemeği masamdan geleneksel kırmızı şarap şişesinin kaldırılmasında kendisini gösterdi. Başlangıçta, dolaşım sistemimde birkaç yudum alkol olmaksızın iyi uyuyamayacağımı ya da alkol olmaksızın uykuya dalmada zorlanacağımı düşünüyordum. Tam tersi oldu! Bedenim alkolü parçalamak zorunda olmadığı için, öncesine göre çok daha iyi bir şekilde, daha düşük nabızla uyuyabildim. Doğal olarak alkol, yağlı gıdaları hazmettirici olduğu için, çok hoş ve yararlı olmalıydı; ama öyle değildi. Ayrıca domuzu da masamızdan kaldırmıştık. Hatta bu sağlıksız ve haram etin kokusunu duyduğumda bile mide bulantısı şeklinde bir hassasiyet kazandım.

Bana göre alkolikler gerçek anlamda sefil, itibarını yitirmiş ve rahatsız edici bir görüntüye sahip kimselerdir.
Çenemei ve alt dudağımı diken cerrah, şekli bozulan yüzümü birkaç yıl içinde estetik ameliyatla düzelttirebileceğimi söyleyerek, beceriksiz bir şekilde beni teselli etmeye çalıştı.

Ayrıca şu teselliyi yapmaktan da geri durmadı: “Normal şartlar altında, hiç kimse böyle bir kazadan sağ çıkamaz. Tanrı’nın senin için özel bir planı var!” Holy Springs’te topallayarak yürürüken, bu planın ne olabileceğini düşünüyor, askıda bir kol, sargılı bir diz, tentürdiyot boyalı, dikişli bir çene ve – Tanrı’ya şükür- kanımda morfinle, 20.yaş günümü, iyi kutlamanın bir yolunu arıyordum. Yemek, içmek, yürümek, aptal aptal bakan çocukları korkutmak, sorulara cevap vermek, hepsi de çok acı veriyordu. Sonunda saç tıraşı olmaya karar verdim, en azından canım yanmayacaktı.
Nihayet; otuz yıl sonra , tam İslam’a girdiğim gün, hayta kalmamın amacını açıkça anladım.

Yeni Müslümanların birçoğu, sessiz ve neredeyse hiç farkına varılmaksızın İslam’a yakınlaşırlar. Ünlü Fransız Müslüman kadın Eva de Meyerovitch bu süreci gayet doğru olarak şu şekilde tanımlamaktadır: “Bir kimse İslam’a girmez; daha çok diğer tüm dinleri kapsayan bir dinle buluşur.”