Sayfalar

29 Ekim 2014 Çarşamba

Cumhuriyet Bayramı


1908 yılında II.Meşrutiyetin ilanından sonra onlarca yıla yakın zamandır hükümranlığımız ve korumamız altında yaşamış olan devletler dış devletlerin kışkırtması ve destekleri ile Osmanlı’ya cephe almış, savaş açmışlardır.

Koskoca imparatorluksa atılan yanlış adımlardan dolayı zaman içinde küçüle küçüle bir avuç Anadolu kalmıştır. Onu da parçalamak için sömürgeci devletler göz dikmiş, yıllardır planlı bir şekilde uygulamaya koydukları senaryoyu 1914 yılında 1.DÜNYA savaşı’nı çıkartarak gerçekleştirme yolunda ilk adımı atmışlardır.

Vatanımızın her bölgesi gözünü hırs bürümüş sırtlan düşman devletleri tarafından bir bir işgal edilmeye başlamıştır. Lakin bilmedikleri bir şey vardı. Bu Millet sıradan bir Millet değildi. Bu Millet Alemlerin Rabbi tarafından yeryüzünde seçilmiş asil bir milletti. Bilmedikleri bir şey daha vardı; o da bu millet zora düştüğünde her zaman içinden liderlik edecek cesur, gözü pek ve zeki birisini çıkartabilirdi.


Bu seferde öyle olmuştu. Dört yıl boyunca Anadolu topraklarını işgal eden, eziyetin, işkencenin, kahpeliğin bin bir türlüsünü insanlarımız ve topraklarımız üzerinde denemekten ve uygulamaktan çekinmeyen İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve maşaları, geçici bir hâkimiyet kurduklarının farkında olmadan kendilerince afyon yutmuş maymun mahmurluğu içindeydiler. 
Yüce Allah’ın izniyle, insanüstü bir azimle liderlik vasıflarını da kullanarak, arkadaşlarıyla birlikte milletini düştüğü bu kötü durumdan kurtarmaya çalışan Mustafa Kemal vardı. Stratejik hamleleri askeri dehasını kullanarak bir bir gerçekleştirmeye başlayan büyük kumandan, asalak, sömürgeci devletlere karşı her bir cephesinde yaşanan kahramanlıkların tarihe altın harflerle düştüğü “Kurtuluş Savaşı” nı başlatmıştı. 





Arkasına büyük Türk Ulusunu da alarak başlattığı bu savaşta tarihin en çetin cephe savaşları yaşanmıştır. Yüz yüze, göğüs göğse yaşanan bu çarpışmalarda Türk Milleti onlarca kahramanlık destanı yazmıştır. Bu destanları günlerce anlatsam bitmez elbette. İşte bunlardan bir tanesinde bu milletin ne kadar asil olduğunun adeta ispatı gibi tarih sayfalarına şöyle kayıt düşecektir.
Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar, biz Türkler gibi mert bir milletle savaştık. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve âlicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşların donduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..."
İşte bizim askerlerimiz bu toprakları düşman askerlerinin elinden söke söke alarak, onları bir çakal sürüsü gibi kovalayarak denize dökmüş, böyle asil bir ruhla şahadet şerbeti içerek kurtarmışlardır. 

Çeyrek milyon şehit kanıyla sulanan canım Anadolu 29 Ekim 1923 sabahına ufukta günlük güneşlik bir günle uyanmıştı. Gökyüzünde güneş bir başka güzel ışıldıyor, kuşlar gökyüzünde bir başka neşeli kanat çırpıyordu. Zira Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde TBMM’ inde Anadolu’da yeni bir devlet kurulmuştu. Bu devletin adı Türkiye Cumhuriyet’iydi.

Bu toprakları canları, kanları pahasına koruyan yüce şehitlerimizin, tarihin en büyük askeri dehası Mustafa Kemal’in ve tüm şerefli silah arkadaşlarının huzurunda saygıyla eğiliyor, onları minnetle anıyorum.
          CUMHURİYET BAYRAMI’MIZ KUTLU OLSUN !!!

28 Ekim 2014 Salı

Halas


Kitap Hakkında:

Kitap Adı: HALAS (Kurtuluş)
Yazar     : Mehmet RAUF
Yayınevi: Bahar Yayınevi
Sayfa     : 360
Kağıt Kalitesi: 2.Hamur

Ebat      : 12x22 cm







Yazar Hakkında:

Mehmet RAUF

17 Agustos 1875 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulu Balat Defterdar Mahalle Mektebi’nde, ortaokulu ise Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesinde tamamladı. Rüştiyeden sonra Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriye’ye yazılarak deniz subaylığı eğitimi almaya başladı. 1884-1893 yılları arasında Mekteb-i Fünun-i Bahriye-i Şahname mektebinde öğrenim gördüğü yıllarda edebiyata olan ilgisi ortaya çıkmaya başlar.
16 yaşındayken yazdığı Düşmüş adlı hikayesi Halit Ziya’nın İzmir’de çıkardığı Hizmet gazetesinde yayınlanır. Öğrencilik yıllarında İngilizce ve Fransızca’yı iyi bilen yazar batılı edebiyatçıları kendi ana dillerinden okur. Bahriye Mektebi’nden mezun olduktan sonra
Girit’te staj görmüş, stajın bitiminden sonra Kie Kanalı’nın açılması ile görevli olarak oraya gitmiştir.
Sait Halim Paşa’nın sadaret şifrecisi olarak yaptığı sırada İstanbul’da çeşitli gönül maceralarına sürüklenmiştir. İlk evliliğini Tevfik Fikret’in halasının kızı  Sermet Hanımla
Yapmış ve iki kızı olmuştur. Sonrasında iki kez daha evlenmiştir. Tüm eşlerinden kız çocuğu olan yazarın hiç erkek çocuğu olmamıştır. Bir Zambak Hikayesi müstehcen romanı sebebiyle askeri mahkemeden 6 ay hapis cezası almıştır. Bu olaydan sonra orduyla ilişkisini kesmiş edebiyata yönelmiştir.
Mektep dergisinde, Edebiyat-ı Cedide kurulduğu zaman da Servet-i Fünun’da hikayeler, mensur şiirler, edebi yazılar yazmış Servet-i Fünun’da yayımlanan Eylül romanıyla tanınmıştır.
İkinci eşi ile evli iken kendisinden  28 yaş küçük olan Muazzez hanım ile 3.evliliğini yapmıştır. Lakin felç geçirerek kötürüm olmuştur. Buna rağmen devlet kendisine aylık bağlamış ve bakım masraflarını üstlenmiştir.
Yazar sürdürdüğü hızlı, maceralı ve dengesiz hayat sonunda 23 Aralık 1931 yılında yoksulluk içerisinde vefat etmiştir.

Başlıca Eserleri:
Eylül (İlk psikolojik romandır)- Ferda-i Garam- Karanfil ve Yasemin
Genç Kız Kalbi – Böğürtlen - Son Yıldız – Tuba – Halas - Ceriha
Kan Damlası – Define Bir Zambak Hikayesi – Darendem - Kan Damlası
Hikaye Kitapları[değiştir | kaynağı değiştir]
İhtizar - Son Emel - Aşk Kadını - Eski Aşk Geceleri - Gözlerin Aşkı
Aşikane - Siyah inci - Hanımlar Arasında

Mensur şiir:
Kazım - Siyah İnciler - Sonbahar

Tiyatro Oyunları :
Pembe Köşk - İki Kuvvet - Yağmurdan Doluya
Pençe(1920) - Sansar (1920)- Cidal (1911)- Diken (1911) 



Konusu Arka Kapaktan:

Konusunu İstiklal Savaşı'ndan alan Halas (Kurtuluş) Mehmet Rauf'un yazdığı son romandır. Vatan sevgisinin her şeyden üstün bir tema olarak işlendiği romanda, çöken bir imparatorluğun içinde bulunduğu duruma tanıklık ediyor, Mehmet Rauf'un kaleminden asker-sivil aydınların düşüncelerini okuyoruz. İşgal öncesi İzmir'inin sosyal yaşamından kesitler taşıyan bölümleri ve Yunanlılar tarafından işgalinin anlatıldığı satırlarla ilginç bir yapıt olan Halas'ta (Kurtuluş) olaylar 1918-1921 yılları arasında geçer. Halas (Kurtuluş) yayınlandığı yıl (1929) Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Dairesi'nce okullara tavsiye edilmiş, yazarı ödüllendirilmişti. 




Kitap Özeti ve Yorumum:
HALAS (Kurtuluş)Roman kahramanımız harp okulundan yeni mezun olmuş teğmen Nihat’tır. İstanbul’dan İzmir’e babasından kalan birkaç dükkan ve menkulü satmak üzere gelmiştir. Burada mülklere müşteri ararken kiraladığı pansiyonun karşısındaki evde oturan bir İngiliz işadamının kızı olan Bearice ilgi duymaya başlar. Lakin mütareke günleridir. Yunanlıların İzmir’i işgal etme işaretleri açık açık görünmeye başladığı günlerin birinde Beatrice’lere ziyarete giden Nihat, burada kızın babası tarafından milli gururu incitilince evden apar topar ayrılır.
Milli duyguları ağır basan kahramanımız kızla olan ilişkisini bir çırpıda keser. İzmir’de vatanın kurtuluşu için çaba gösteren Miralay Emin Bey’le tanışır. Birbirlerine o kadar ısınırlar ki, bir baba oğul ilişkisi ve güveni içinde vatanın kurtuluşu üzerine fikir alışverişinde, sohbetinde bulunurlar. Lakin bu uzun sürmez. Bir gün bir bey Nihat’a iki adet metup getirir. Miralay EMİN Bey’in kalp krizi geöirerek öldüğünü, ölmeden evvel de bu iki mektubu kendisine verilmek üzere gönderdiğini, mektubun birisinin İstanbul’daki kızına, diğerinin ise kendisine ait olduğunu söyler. Teğmen Nihat yıkılmıştır.


Babasından kalan malları apar topar satan Nihat İstanbul’a döner. İlk işi Miralay’ın kızı İclal’i bulmak olur. İclal dayısının yanında yaşamaktadır. İclal’in dayısı düşmanla işbirliği içinde olan adi herifin tekidir. Mektubu alan İclal harab olmuştur. Kızı ilk görüşte gönlünü kaptıran Nihat, nispeten de babası tarafından kendisine emanet edilen kızın uzun süreli böyle adi bir herifin yanında kalamayacağına karar verir. İclal de Nihat’a ilgi duymaktadır. 

İclal de Nihat’a ilgi duymaktadır.
Her iki genç birbirlerini severler ve kurtuluş sonrası evlenmeye karar vererek kendi aralarında nişanlanırlar. Kurtuluş hareketine katılmak isteyen Nihat İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye karar verir. Binbaşı Behiç Bey Anadolu’da bir köyde kendisine yardım edeceği bir ailenin ismini verir.Gizlice bu ailenin evine gelen Nihat’ı eskiden köyde yaşayan ve şimdi İngilizlere ispiyonluk yapan rum köylü görür ve eve baskın yapar. Nihat evde gizlenir. Lakin rum evden çıkmak istemez. Evin kötürüm babası rumun boğazını sıkar, Nihat silahı alnına dayar. Yaşlı adam o kadar sıkmıştır ki öldü diye bırakırlar. Bu sırada devriye gezen askerler ışığı görürler ve eve baskın yaparak Nihat’ı yakalarlar. Bu esnada da rum kendine gelmiştir. Askerler kahramanımızı İngilizlere teslim ederler. Onlar da Nihat’ı zindana atarlar. Aradan 8 ay geçer ve yargılanmak üzere mahkemeye çıkardıkları sırada koridorda eski gönül dostu Beatrice onu görür, bitap düşmüş olmasına rağmen tanır. Kurtulmasına yardım eder. Nihat’a ikinci kez evlenme teklif eder. Nihat İclal’le nişanlandığını, onu sevdiğini ve birlikte kaçarak Ankara’ya gideceklerini söyler. Aşkını içine gömen Beatrice ikisini de yemeğe davet eder ve sonrasında…

Evet sonrasında acaba İstanbul’dan Anadolu’ya geçebilecekler midir? Yoksa sürpriz bir sonla mı bitecektir. Merak ediyorsanız alın okuyun derim.Yazar Cumhuriyet’in kuruluş öncesi dönemini anlatırken aynı zamanda asker ve aydınların bu dönem hakkındaki düşüncelerini ve milli duygu ve görüşlerini de açığa vuruyor. Mehmet Rauf’un yazdığı son roman olan Halas, yayınladığı yıl okullara tavsiye edilmiş ve kendisine ödül kazandırmıştır.

Romanı tam iki yıl evvel okumuştum, Cumhuriyet’in kuruluşunun 91.yılı anısına 2.kez okudum. Okumaya değerdi çünkü. Mehmet Rauf’un okuduğum ikinci romanı, daha evvel Kan Damlası’nı da okumuştum. Her ikisinde de aynı yalın, anlaşılır dil kullanılmış olması okumayı kolaylaştırdığı fikrindeyim. Tarihi bir roman olmasına rağmen hiçbir sayfasında sıkılmadım diyebilirim. Hatta bir çırpıda, heyecan ve merak içerisinde sayfaları çevirdim.

Vatan toprağının düşman devletleri tarafından işgal edilişini, işgal sırasında bu ülkenin ekmeğini yiyen sözüm ona Türk olan hainlerin düşmanla işbirliği içinde olduklarını bir Türk subayının yaşayarak ve bizzat tanıklık eden gözünden anlatan harika bir eser. Tarihini doğru dürüst öğrenmek isteyenlere temiz bir aşk eşliğinde vatan sevgisiyle harmanlanmış harika bir roman.

24 Ekim 2014 Cuma

Yalnızken

Hayatta her insanın zaman zaman yalnız kalmak istediği olmuştur. Hatta buna insan bazen ihtiyaç duyar. İnsan yalnızken derin düşüncelere dalar, kendisini dinler, kendi ruhunun derinliklerine inerek  
ruhunu, yani kendisini yoran, huzursuz eden sebepleri sorgulamaya çalışır.

Bazılarına çözüm bulur, bazılarını zamana bırakır kendiliğinden çözülmesi için. Bazen de benim gibi yapar ruhunu dinlendireceğine inandığı bir müzik parçasını dinler; dinledikçe dinlendiğini, rahatladığını hatta huzur bulduğuna inanır.

Evet öyle de olur aslında çoğu zaman ruhumuz dinlenir, yaşama sevincimizi, coşkumuzu kısmen de olsa geri kazanırız böylelikle. Ama bazen de bundan daha fazlasına ihtiyaç duyabiliriz. Ben bugün bu ihtiyacı görmedim ve yağmuru beklerken yağmur eşliğinde çalan bu müzik sayesinde zihnimi nispeten boşalttım diyebilirim. 

11 Ekim 2014 Cumartesi

RUH SAĞLIĞI

Bu sabah belediye binasının önünde kocaman bir afiş gördüm. Üzerinde “Ruh Sağlığı Haftası” yazıyordu. Gerçi yılın neredeyse her haftası farklı bir adla kutlanır, anılır, tanımların oldu ya. Bu bana biraz ilginç ve dikkat çekici geldi. Hani bir Yeşilay Haftası, Deprem Haftası, Enerji Tasarrufu Haftası gibi bilindik bir hafta değildi de ondan.
Ruh sağlığı üzerinde elbette fikir sahibiyim ama benim garibime giden bunun bir hafta olarak addedilmesiydi.
Eve gelince bu merakımı gidermek için yaptığım ufak çaplı araştırmada Ruh Sağlığı Haftası’nın ülkemizde 1992 yılından bu yana ekim ayının 10’unda kutlandığını öğrendim.



Ruh sağlığının ve ruh hastalıklarının toplumda farkındalığını artırmak, ruh sağlığının korunması konusunda kamu bilinci oluşturmak elbette güzel bir davranış diye düşündüm. Bu süreçte belediyelerin, il sağlık müdürlüklerinin ve konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinin ruhsal bozukluklara karşı koruyucu çalışmaların ve tedavi hizmetlerinin tanıtılmasını ön plana çıkarmak amacıyla seminerler ve konferanslar organize etmesi de elbette takdir edilecek bir davranış olduğunu düşünüyorum.


Tüm bunları düşünürken de şu soruyu kendime sormadan edemedim. İnsanın ruhu neden hastalanır ve tedavi edilemeye ihtiyaç duyar?

Bunun üzerinde durup düşündüm ve kendi kendime kafa yordum. Korkularımızın, aşırı isteklerimizin ve inançsızlığın ruhumuzu çıkmaza sürüklediğine, hasta ettiğine kanaat getirdim. 

Bir başkası başka sebepler de bulabilir elbette. Ben ilk etapta kendimce bunların daha ön planda olduğuna inanıyorum. Hâlihazırda yıllardır yapılan tıbbi çalışmaların insan ruhunu tedavi etme yolunda diğer tıp alanlarına nazaran çok yol kat ettiklerini düşünmüyorum. 

Aşırı isteklerimizi gidermek adına maddesel bir yaşamın tutsağı haline geldiğimiz ve bunun bir neticesi olarak ta ekonomik çıkmaza düştüğümüz ve bu çıkmazın içinde bocaladığımız acı bir gerçek. Ekonomik sıkıntıların boy göstermesi, aile içerisinde ortaya çıkan geçimsizlik depresyona iterken beraberinde endişe ve korkuların beynimizi meşgul etmesine ve bir kurt gibi kemirmesine sebep olmaktadır. 


Tüm bunlar beynimizi meşgul ederken bir de inancımızı kaybetmemiz kendi ruhumuza vurduğumuz en büyük darbe olmalı. Sonunda yorulmuş, kirlenmiş ve hastalanmış bir ruhla ya da tabiri caiz ise ruhsuz bir şekilde dolaşan insan toplulukları haline geliyoruz.


Oysa ki Kur’an-ı Kerim'de yüce Allah “ Asra yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yaralı iş yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır” (Asr Sur. Ayet:1-3) diyerek bu gerçeği 15 asır evvelinden apaçık bir şekilde belirtmemiş midir? 

Bundan çıkartabileceğimiz sonuç nedir peki? İnsan inanmadıkça, inancını kaybettiği müddetçe içine düştüğü bu kısır döngüden ve bunalımlardan kurtulamaz. Kurtuluşun tek kaynağı koşulsuz ve pak Allah inancıdır. Allah inancı insanın yüreğinde merhamet duygusunun ve sevginin gelişmesine vesile olur. 

Merhamet ve sevgi dolu yüreğe sahip insanların yaşadığı toplumlarda hoşgörü, dayanışma, saygı gibi yüksek insani erdemler gelişir; bu da toplumların sağlıklı yaşamlar sürmesini sağlar.
Oysa ki ruh sağlığı bozulmuş toplumlarda, edepsizlik, hırsızlık, cinayet, geçimsizlik, kindarlık, savurganlık, vurdumduymazlık, rüşvet, talan gibi insana ve insanlığa yakışmayan davranış ve negatif ahlaki değerlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Ruhu güzel olan insanların düşüncesi de, davranışları da, ahlakları da güzel olur. Güzel ahlaklı insanların olduğu toplumlarda da ruhsal bunalım veya hastalık diye bir şey olamaz. Bu hastalık kendi kendine ortadan kalkmış olur. 


9 Ekim 2014 Perşembe

Köyün Çocuğu



Kitap Hakkında:

Yazar:E. Eschenbach
Çevirmen: Burhan Arpad
Yayınevi: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
Sayfa: 273
Basım: İstanbul, 1991

Ücret: 5 TL



Yazar Hakkında:
Marie von Ebner Eschenbach
13 Eylül 1830 yılında Çekoslovakya’nın Zdislavitz kentinde doğan ve 12 Mart 1916 yılında Viyana’da ölen yazar,  altı çocuklu Franz Baron Dubsky ve Barones Maria von Vockel’in kızıdır.
Doğumundan kısa bir süre sonra annesi ölmüştür. Çok yakın ilişkiler içinde olmayan yazarın üvey annesi de 7 yaşında iken ölmüştür. Bilgili birisi olan üçüncü üvey annesi ile de çok iyi ilişkileri olmasa da kendisini yazı  ve edebiyat konusunda desteklemiştir. 11 yaşındayken annesi ölünce onun kütüphanesini düzenleme görevi kendisine verilir.
Anne ve baba akrabalarının geniş ve farklı kültürlerden olması kendisine bir avantaj sağlar ve Fransızca, Almanca, Çek dillerini öğrenir.
18 yaşında teyzesinin oğlu Moritz von Eschenbach ile evlenir. Kendisinden 15 yaş büyük olan eşi de kariyerli biridir ve Viyana Üniversitesinde Fizik ve Kimya dersleri vermektedir. Eşinin yazar olma konusundaki çabalarını destekler.
1856 yılında kesin olarak Viyana’ya yerleşirler.  1880 yılında Lotti die Uhrmacher’in adlı eserini yazdıktan sonra tüm yayınevlerinin aranan yazarları arasındaki yerini alır. 1887 yılında ise Köyün Çocuğu adlı eserini yazar ve günümüze kadar sürecek bir üne kavuşur.
1898 yılında eşinin ölümünden sonra İtalya’ya birçok seyahat gerçekleştiren yazar 1906 yılında
Çocukluk Anılarım adlı kitabını bitirir.
85 yaşında Viyana’da ölen yazarın cenazesi doğduğu ve aile mezarlığının bulunduğu Zdislatitz’e defnedilir.

Eserleri:
Doktor Ritter (dramatik hikaye) 1869
Die Prinzessin von Banalien (masal) 1872
Das Waldfräulein  1873
Unsühnbar 1890
Drei Novellen 1892
Agave (Roman) 1903


Kitap Hakkında & Yorumum

Roman kahramanımız Pavel 13 yaşında kara gözlü sevimli, afacan bir çocuktur. Babası kiremitçi Martin Holub, annesi Barbara Holub ve 10 yaşındaki mavi gözlü, narin güzel kız kardeşi Milada ile birlikte yaşamaktadır. Babasının işlediği bir suçtan dolayı yapılan yargılama sonucunda yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalırlar.  Dağların eteğindeki Kunoviç denen köye gelerek bir çiftlik evine yerleşirler.

Burada kiremitçilik yapmaya devam ederler. Baba Martin içikiye düşkün olması dolayısıyla akşama kadar orda burada içer, eve geldiğinde ise uzun saatler kiremit ocağında çalışan karısı, oğlu ve kızını olur olmaz sebeplerle döver her yerlerini çürük içinde bırakır. Maria Himmetlfahrt (Meryem Ana’nın göğe yükseldiği gün) tatilinde çalışmalarına karşı çıkan rahibin söylediklerini tasdik eden Pavel’in hareketlerini gören baba Holub rahiple münakaşaya tutuşur. Bu münakaşaya şahit olan köylülerin çoğunluğu rahibi haklı bulurlar ve rahip bastonla Holub’un kafasına vurur. Bunu unutmayan ve kinlenen Holub bir gece ansızın rahibin kaldığı kiliseye girer ve pahada ağır ne varsa çalar ve rahibi de öldürerek karısıyla köyden kaçar. Lakin bir müddet sonra karısı ile çaldıkları malları satarken yakalanırlar ve cinayet suçuyla yargılanırlar. Holub idama mahkûm edilerek asılırken, karısı on yılla mahkûm edilerek hapse atılır.

Ailesini kaybeden çocuklardan 10 yaşındaki Milada belediye başkanının görüşmesi neticesinde kasabanın zengin ve hatırı sayılır malikâne sahibesinin yanına yerleştirilir. Pavel ise belediye yardım derneğinin kararı ile kasabanın çobanı Virgil ile karısı ve kızı Vinska’nın yanında kalmasına karar verilir. Pavel işten fırsat bulduğu günlerde okula gider.
Burada karıştığı bir kavgada öğretmen Habrecht tarafından kendisine ikazda bulunulan Pavel şayet düzenli bir şekilde okula gelmesi halinde kendisine hediye olarak bir çift çizme vereceğini söyleyerek okula gelmesi cezbedilir. 

Dişini sıkan Pavel düzenli olarak okula devam ederek çizmeyi kapar. Lakin çobanın kızı Vinska Pavel’in çizmesini bir gece çalar. Pavel bir gün çizmeyi Vinska’nın ayağında görür ve kızı sıkıştırır. Kız cazibesini kullanarak Pavel’i etkilemeye çalışır. Buna kanan Pavel çizmeyi geri almasın alır ama kızın malikâneden tavus kuşunun tüyünü çalması isteğini geri çeviremez. 
Pavel’i kullanan kızın gönlü ise zengin belediye başkanının oğlu Peter’dedir.



Pavel’in ise tek istediği malikâne sahibesi tarafından bir manastıra yerleştirilen kızkardeşi Milada’yı görmektir. Milada’yı görmeye gittiği bir gün kendisine zor da olsa kız kardeşi gösterilir. Kız kardeşi anne ve babasının günahlarını tanrıya affettirmek adına bir rahibe, azize olma yolunda kendisini kiliseye adar. Pavel’den de iyi bir insan olması konusunda tavsiye ve isteklerde bulunur. Ayrılma vakti geldiğinde zorluk çıkartan Pavel zorla kapı dışarı edilir ve sonraki zamanlardaki kız kardeşini ziyaret etme isteği geri çevrilir. Pavel kızkardeşinin söylediklerini yapmaya ve annesinin hapisten çıkışına kadar bir ev yapmayı kafasına koyar. Pavel’e tek destek olan ve ona kucak açan köyün öğretmeni Habrecht’tir. Habrecht’le Pavel çok iyi anlaşmaktadırlar. Geçen zaman içinde Pavel artık bir delikanlı olmuştur.

Evinde kaldığı çoban Virgil’in karısı, kızı Vinska’nın belediye başkanının oğlu Peter ile evlenmesini istemektedir. Lakin belediye başkanı bu duruma sıcak bakmamaktadır. Kadın bir plan kurar. Şayet hasta olan belediye başkanını ortadan kaldırabilirse kızını Peter’in alamsı yönündeki engel ortadan kalkacaktır. Pavel’in yufka yürekliliğinden faydalanan kadın belediye başkanına onu iyileştirecek bitkisel bir şurup hazırladığını söyleyerek Pavel’le birlikte zehirli şurup gönderir. Bu planı öğrenen çoban Virgil Pavel’e  gerçekleri söylemese de zehirli şurubu vermesini engelleyerek normal bitkisel şurubu göndermesini sağlar.

Pavel  bitkisel şurubu belediye başkanına verir, lakin belediye başkanı o gece ölür. Hizmetçi Pavel’i içeri girerken görmüştür. Tüm ve tek zanlı Pavel’dir. Pavel ne derse kimse dinlemez. Öğretmen Hebrecht belediye başkanına otopsi yapılmasını ve ölüm sebebinin araştırılmasını ister ve ısrar eder. Pavel ise bir türlü şurubu çobanın karısının verdiğini söylemez.
Sonunda gerçek ortaya çıkar. Belediye başkanı zehirlenerek değil eceli ile ölmüştür.

 Pavel artık aklanmıştır. Malikâne sahibesi de bu duruma çok sevinir. Artık Pavel’in yediği hırsız ve katil damgası yavaş yavaş silinmeye başlamıştır. Ama en iyi anlaştığı dostu öğretmen Habrecht’in tayini çıkmış, başka bir kasabaya gitmiştir. Giderken de bazı eşyalarını Pavel’e hediye etmiştir.
Çok çalışkan olan Pavel  bu arada kendisi ve annesi için küçük bir kulübeyi de yapmayı başarmıştır.

Pavel’in çalışkanlığı ve dürüstlüğü yavaş yavaş sonuç vermeye başlamıştır. Zira malikâne sahibesi Pavel’e kulübesinin yanı başındaki toprağı bağışlamıştır. Pavel’in ise bir sorunu daha vardır. Malikânede çalışan hizmetçi kıza karşı hafiften gönül koymuştur. Ama arkadaşı Arnost’ta aynı kıza gönüllüdür. Pavel kzın bu konudaki kararı vermesini ister ve sonuca saygı duyacağını söyler.
Ama maalesef Pavel bir darbede kızdan yer ve kız arkadaşı Arnosto’yu seçer. Pavel kaderine razı gelir.

Bu arada belediye başkanının oğlu Peter ölmüştür. Karısı Vinska ise Pavel’e zamanında çektirdiği acılardan dolayı suçluluk hissetmekte ve kendisini affettirmek için Pavel’e yakınlaşmaktadır. Pavel ise artık çok değişmiş tüm düşmanlarını bile affetmiştir. Derken kiliseden Milada’dan bir haber gelir.
Acaba bu haber nedir. Pavel kız kardeşi Milada’yı tekrar görecek midir? Pavel annesine kavuşacak mıdır? Tek destekçisi bay öğretmen Habrecht, Pavel’in hayatına ne zaman ne şekilde tekrar girecektir.
Pavel ‘in Vinska ile olan yakınlaşması nasıl sonuçlanacaktır… Tüm cevaplarıyla ve sürpriz sonla biten bu küçük roman okunmaya değer… 

1992 yılında yedek subay askerken Milli Eğitim Yayınlarından aldığım bu kitabı okumak ancak bayram tatiline nasip oldu akşamları yatmadan evvel elime aldığım kitabı üç gecede bitirdim. Yani kitap tam 22 yıldır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Uzun süre bekledi ama güzel bir bayram tatilinde okuyarak ona ne kadar değer verdiğimi göstermiş oldum:)

Kitabında toplumsal önyargıları yeren yazar, basit bir dil kullanarak sıradan insanların sıradan yaşamını başarılı bir dille aktarmış. Sıkılmadan okunacak bir eser ortaya koymuş. Lakin aynı şeyi yayınevi için söyleyemeyeceğim. Zira neredeyse her sayfası dilbilgisi hataları ile doluydu. Milli Eğitim Yayınevi gibi önemli bir kuruma yakışmamış. Ya da aceleyle baskıya verilip yayımlanmış.
Ebeveynlerin işlemiş oldukları suçların çocuklara yüklenmesi ve toplum içerisinde günah keçisi olarak işaretlenmesi hayret verici bir olay. İnsanoğlu bu ön yargılı davranışlarından kurtulabilecek mi merak ediyorum doğrusu. 
Kitaptan çıkartılacak sonuç ise” kötü insan yoktur, kötü yola sevk edilen, düşürülen, insan vardır”. Her ne olursa olsun, her insanın içinde iyilik vardır...

3 Ekim 2014 Cuma

Kurban Bayramı

ALLAH nasib ederse inşallah yarın KURBAN BAYRAMI.

Dini bayramlarımızdan biri olan Kurban Bayramı koşulsuz olarak ihlâslı bir kalple yüce ALLAH’IN emrini yerine getirmek için yapılan önemli bir ibadettir.
Hz. İbrahim a.s.’ın oğlu Hz. Yusuf’u Allah’a kurban adaması ile oluşmuş, koşulsuz sadakatin, pak ve samimi imanın en güzel örneklerinden bir tanesidir. Bu olay yüce kitabımız Kur-an’ı Kerim’de Sâffât Suresi’nde söyle anlatılmaktadır:

“ İbrahim – Ey Rabbim, bana iyilerden bir oğul ihsan et dedi. Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik. Oğlu yanında koşacak çağa gelince, -Ey oğlum, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin? Dedi. İsmail –Babacığım, sana ne emrolunuyorsa yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi. Her ikisi de Allah’a teslim oldular (Allah’ın emrine boyun eğdiler). İbrahim, oğlunu şakağı üzerine yatırdı.
Biz de ona şöyle seslendik: “ Ey İbrahim, rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı.” Dedik ona (İsmail’e karşılık) büyük bir kurbanlık fidye verdik. Kendisine sonradan gelenler için de iyi bir nam bıraktık. Selam Olsun İbrahim’e. İşte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Çünkü O, bizim mümin kullarımızdandır.” (Sâffât Suresi ayet 100-112)

Şu sevgili güzel dünyamızı yaklaşık sekiz milyar insanla paylaşıyoruz. Ve dünyanın her yerinde her gün onbinlerce hayvan kesilmekte, lakin bundan büyük çoğunlukla hali vakti yerinde, zengin insanlar faydalanmakta. Fakir insanların ise alım gücü olmadığından bu nimetleri elde edememekteler.
Dinimizin güzel bir ibadeti olan kurban vesilesi ile yılda bir kez de olsa bu insanlara da kesilen bu hayvanların etleri ulaştırılmaktadır.

Bayram sabahı tüm ev halkı erkenden kalkar, erkekler ve erkek çocuklar abdest alırlar ve birlikte bayram namazı kılmak üzere camiye giderler. Camiinin salonu almaz olur avluya taşar insan kalabalığı. Huşu içinde namaz kılınır. Evde ise bayanlar ve kız çocukları kahvaltı hazırlığı yapar eve son çeki düzenini verirler. Namaz dönüşü evde bayramlaşma olur. Birlikte yapılan kahvaltı sonrası kurbanlıklar kesilir. Herkes mutlu herkes güler yüzlü, çocuklar bir başka sevecendir. Sonra kurban eti pay edilir.
Zira dinimiz kesilen kurbanların etlerinin üçe pay edilmesini; bunlardan bir bölümünün fakir ve muhtaç insanlara dağıtılmasını, bir bölümünün evimize konuk olarak gelen insanlara ikram edilmesini kalan kısmının da ev halkının tüketimi için ayrılmasını emretmiştir.
 Kurbanın kesilip dağıtılması komşularımız, akrabalarımız ve hatta hiç tanımadığımız diğer insanlarla yakınlaşmamıza, köprü kurmamıza, birbirimizi daha iyi tanımamıza vesile olur.
Bu da toplumun daha iyi kaynaşmasını, sosyal yardımlaşmanın artmasını, toplumsal refahın yükselmesini sağlar ve birbirimize kenetlenmemize yardımcı olur.




Kabir ziyaretleri yapılır. Gün karşılıklı ziyaretlerle devam eder. Bu ziyaretlerden en mutlu olanlar yaşlılar ve çocuklardır elbette.






Belki bilindik ve duyulduk bir hikâyedir ama hoşuma gittiği için Kurban’ın manevi değerinin bile nelere kadir olduğunu anlatan şu hikâyeyi paylaşmak isterim.

İstanbul’da oturan Rum asıllı Yorgo Nikolav, kekeme olan oğlu Peter’in tedavisi için elinden gelen her şeyi yapar ama çare bulamaz.
Tek umudu oğlunun evlenmesidir.
Uygun eş bulunur.
Düğün yemekleri pişirilir ve gerekli hazırlıklar yapılır.
O esnada evin kapısı tıklatılır.
Kapıdaki, karşı komşuları Hatice Hanım’dır.
Bir sene önce trafik kazasında kocası ölmüş ve iki çocuğu ile dul kalmıştır.
Davetliler arasında onun adı yoktur.
Ateş istemeye gelmiştir.
Kendisine bir kürek dolusu ateş verirler.
Bu arada misafirler de gelmeye başlamıştır.
Fakat Hatice Hanım yine gelmiş ve yine ateş istemiş, kendisine yine ateş verilmiştir.
Bütün davetliler geldikten sonra komşu kadın elindeki küreği ile çekine çekine tekrar ateş istemeye gelince, Yorgo, bu işte bir iş var deyip hadisenin sırrını anlamak için peşinden, avlunun arka kapısından gizlice Hatice Hanım’ın evine doğru yürür. Açık pencereden gelen seslerle irkilir.
Ağlaşan çocuklar, açlıklarını ve dertlerini dile getirmekte, Hatice Hanım: “Artık bir daha gidemem. Ne yapayım beni anlamadılar. Biraz daha sabredin. Yarın Kurban Bayramı nasıl olsa Müslüman komşularımız et getirirler.” demektedir.
Yorgo, hemen eve dönüp hizmetçiyi yanına alarak, yemeklerle dolu tepsiyle Hatice Hanım’ın evine gider:
“Kusura bakmayın size davetiye verememişiz, şunları kabul edin.” der ve bir miktar da para verip; “Yarın sizin bayramınız. Çocuklara bir şeyler alırsınız.” der.
Yorgo gittikten sonra bu dul kadın ve yetimler: “Allah’ım Sen de onu sevindir. Rabbim onun oğluna iyilikler ver.” diye içten bir dua ederler.
O gece Yorgo bir rüya görür.
Kazanları kurduğu ocaklar gül bahçesine dönmüştür.
Onlara doğru yürür.
O anda ak saçlı, uzun boylu, ak yüzlü bir ihtiyar güllerin yanında belirir.
Uzattığı beyaz gül, Yorgo’ya güler.
Gülü aldığı an, Yorgo yıldızlara doğru uçar.
Rüyasını kimseye anlatmaz.
Aradan yirmi gün geçer.
Yorgo’nun evine Kayseri’den Hacı Ahmet Efendi gelir ve başından geçenleri şöyle anlatır: “Bu sene Hac’da idim.
Bayramdan bir gün önce Arafat’taki vakfe duasından sonra yorgunluğun ve sıcağın tesiriyle uyumuşum. Rüyamda Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselâmı gördüm.
Bana sizin adınızı ve adresinizi verdi.
Sonra ‘Git ona benden selam söyle.’ dedi.
Bu selamın bir manası olmalı.
Sen o günlerde Allah’ın rızasını kazanacak ne gibi bir hayır işledin?”
Yorgo bunları dinledikten sonra, oğlunun kekemeliğinin iyileşmesine sebep olan esas sırrı da kavrar ve kelime-i şahadet getirerek Müslüman olur.












                                            MUTLU BAYRAMLAR DİLERİM.