Sayfalar

11 Ekim 2014 Cumartesi

RUH SAĞLIĞI

Bu sabah belediye binasının önünde kocaman bir afiş gördüm. Üzerinde “Ruh Sağlığı Haftası” yazıyordu. Gerçi yılın neredeyse her haftası farklı bir adla kutlanır, anılır, tanımların oldu ya. Bu bana biraz ilginç ve dikkat çekici geldi. Hani bir Yeşilay Haftası, Deprem Haftası, Enerji Tasarrufu Haftası gibi bilindik bir hafta değildi de ondan.
Ruh sağlığı üzerinde elbette fikir sahibiyim ama benim garibime giden bunun bir hafta olarak addedilmesiydi.
Eve gelince bu merakımı gidermek için yaptığım ufak çaplı araştırmada Ruh Sağlığı Haftası’nın ülkemizde 1992 yılından bu yana ekim ayının 10’unda kutlandığını öğrendim.



Ruh sağlığının ve ruh hastalıklarının toplumda farkındalığını artırmak, ruh sağlığının korunması konusunda kamu bilinci oluşturmak elbette güzel bir davranış diye düşündüm. Bu süreçte belediyelerin, il sağlık müdürlüklerinin ve konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinin ruhsal bozukluklara karşı koruyucu çalışmaların ve tedavi hizmetlerinin tanıtılmasını ön plana çıkarmak amacıyla seminerler ve konferanslar organize etmesi de elbette takdir edilecek bir davranış olduğunu düşünüyorum.


Tüm bunları düşünürken de şu soruyu kendime sormadan edemedim. İnsanın ruhu neden hastalanır ve tedavi edilemeye ihtiyaç duyar?

Bunun üzerinde durup düşündüm ve kendi kendime kafa yordum. Korkularımızın, aşırı isteklerimizin ve inançsızlığın ruhumuzu çıkmaza sürüklediğine, hasta ettiğine kanaat getirdim. 

Bir başkası başka sebepler de bulabilir elbette. Ben ilk etapta kendimce bunların daha ön planda olduğuna inanıyorum. Hâlihazırda yıllardır yapılan tıbbi çalışmaların insan ruhunu tedavi etme yolunda diğer tıp alanlarına nazaran çok yol kat ettiklerini düşünmüyorum. 

Aşırı isteklerimizi gidermek adına maddesel bir yaşamın tutsağı haline geldiğimiz ve bunun bir neticesi olarak ta ekonomik çıkmaza düştüğümüz ve bu çıkmazın içinde bocaladığımız acı bir gerçek. Ekonomik sıkıntıların boy göstermesi, aile içerisinde ortaya çıkan geçimsizlik depresyona iterken beraberinde endişe ve korkuların beynimizi meşgul etmesine ve bir kurt gibi kemirmesine sebep olmaktadır. 


Tüm bunlar beynimizi meşgul ederken bir de inancımızı kaybetmemiz kendi ruhumuza vurduğumuz en büyük darbe olmalı. Sonunda yorulmuş, kirlenmiş ve hastalanmış bir ruhla ya da tabiri caiz ise ruhsuz bir şekilde dolaşan insan toplulukları haline geliyoruz.


Oysa ki Kur’an-ı Kerim'de yüce Allah “ Asra yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yaralı iş yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır” (Asr Sur. Ayet:1-3) diyerek bu gerçeği 15 asır evvelinden apaçık bir şekilde belirtmemiş midir? 

Bundan çıkartabileceğimiz sonuç nedir peki? İnsan inanmadıkça, inancını kaybettiği müddetçe içine düştüğü bu kısır döngüden ve bunalımlardan kurtulamaz. Kurtuluşun tek kaynağı koşulsuz ve pak Allah inancıdır. Allah inancı insanın yüreğinde merhamet duygusunun ve sevginin gelişmesine vesile olur. 

Merhamet ve sevgi dolu yüreğe sahip insanların yaşadığı toplumlarda hoşgörü, dayanışma, saygı gibi yüksek insani erdemler gelişir; bu da toplumların sağlıklı yaşamlar sürmesini sağlar.
Oysa ki ruh sağlığı bozulmuş toplumlarda, edepsizlik, hırsızlık, cinayet, geçimsizlik, kindarlık, savurganlık, vurdumduymazlık, rüşvet, talan gibi insana ve insanlığa yakışmayan davranış ve negatif ahlaki değerlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Ruhu güzel olan insanların düşüncesi de, davranışları da, ahlakları da güzel olur. Güzel ahlaklı insanların olduğu toplumlarda da ruhsal bunalım veya hastalık diye bir şey olamaz. Bu hastalık kendi kendine ortadan kalkmış olur. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder