Bu sabah belediye binasının önünde kocaman bir afiş gördüm. Üzerinde “Ruh
Sağlığı Haftası” yazıyordu. Gerçi yılın neredeyse her haftası farklı bir adla
kutlanır, anılır, tanımların oldu ya. Bu bana biraz ilginç ve dikkat çekici
geldi. Hani bir Yeşilay Haftası, Deprem Haftası, Enerji Tasarrufu Haftası gibi
bilindik bir hafta değildi de ondan.
Ruh sağlığı üzerinde elbette fikir sahibiyim ama benim garibime giden bunun
bir hafta olarak addedilmesiydi.
Eve gelince bu merakımı gidermek için yaptığım ufak çaplı araştırmada Ruh
Sağlığı Haftası’nın ülkemizde 1992 yılından bu yana ekim ayının 10’unda
kutlandığını öğrendim.
Ruh sağlığının ve ruh hastalıklarının toplumda farkındalığını artırmak, ruh
sağlığının korunması konusunda kamu bilinci oluşturmak elbette güzel bir
davranış diye düşündüm. Bu süreçte
belediyelerin, il sağlık müdürlüklerinin ve konuyla ilgili sivil toplum
örgütlerinin ruhsal bozukluklara karşı koruyucu çalışmaların ve tedavi
hizmetlerinin tanıtılmasını ön plana çıkarmak amacıyla seminerler ve
konferanslar organize etmesi de elbette takdir edilecek bir davranış olduğunu
düşünüyorum.
Tüm bunları
düşünürken de şu soruyu kendime sormadan edemedim. İnsanın ruhu neden
hastalanır ve tedavi edilemeye ihtiyaç duyar?
Bunun üzerinde durup düşündüm ve
kendi kendime kafa yordum. Korkularımızın, aşırı isteklerimizin ve
inançsızlığın ruhumuzu çıkmaza sürüklediğine, hasta ettiğine kanaat getirdim.
Bir başkası başka
sebepler de bulabilir elbette. Ben ilk etapta kendimce bunların daha ön planda
olduğuna inanıyorum. Hâlihazırda yıllardır yapılan tıbbi çalışmaların insan
ruhunu tedavi etme yolunda diğer tıp alanlarına nazaran çok yol kat ettiklerini
düşünmüyorum.
Aşırı isteklerimizi
gidermek adına maddesel bir yaşamın tutsağı haline geldiğimiz ve bunun bir
neticesi olarak ta ekonomik çıkmaza düştüğümüz ve bu çıkmazın içinde bocaladığımız
acı bir gerçek. Ekonomik sıkıntıların boy göstermesi, aile içerisinde ortaya çıkan
geçimsizlik depresyona iterken beraberinde endişe ve korkuların beynimizi
meşgul etmesine ve bir kurt gibi kemirmesine sebep olmaktadır.
Tüm bunlar
beynimizi meşgul ederken bir de inancımızı kaybetmemiz kendi ruhumuza
vurduğumuz en büyük darbe olmalı. Sonunda yorulmuş, kirlenmiş ve hastalanmış bir
ruhla ya da tabiri caiz ise ruhsuz bir şekilde dolaşan insan toplulukları
haline geliyoruz.
Oysa ki Kur’an-ı
Kerim'de yüce Allah “ Asra yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir.
Ancak inanıp yaralı iş yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler
bunun dışındadır” (Asr Sur. Ayet:1-3) diyerek bu gerçeği 15 asır evvelinden
apaçık bir şekilde belirtmemiş midir?
Bundan
çıkartabileceğimiz sonuç nedir peki? İnsan inanmadıkça, inancını kaybettiği
müddetçe içine düştüğü bu kısır döngüden ve bunalımlardan kurtulamaz.
Kurtuluşun tek kaynağı koşulsuz ve pak Allah inancıdır. Allah inancı insanın
yüreğinde merhamet duygusunun ve sevginin gelişmesine vesile olur.
Merhamet ve sevgi
dolu yüreğe sahip insanların yaşadığı toplumlarda hoşgörü, dayanışma, saygı
gibi yüksek insani erdemler gelişir; bu da toplumların sağlıklı yaşamlar
sürmesini sağlar.
Oysa ki ruh sağlığı
bozulmuş toplumlarda, edepsizlik, hırsızlık, cinayet, geçimsizlik, kindarlık,
savurganlık, vurdumduymazlık, rüşvet, talan gibi insana ve insanlığa yakışmayan davranış ve negatif ahlaki değerlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Ruhu güzel olan
insanların düşüncesi de, davranışları da, ahlakları da güzel olur. Güzel
ahlaklı insanların olduğu toplumlarda da ruhsal bunalım veya hastalık diye bir
şey olamaz. Bu hastalık kendi kendine ortadan kalkmış olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder