Sayfalar

4 Kasım 2014 Salı

Huzur ve Pişmanlık

Bir zamanlar henüz daha çocukken ve şimdiki gibi bilgisayar, tablet, oyun konsolları ya da playstation yokken, sokakta çelik çomak, saklambaç, yakar top, bilye oynardık. Sokak aralarında plastik topla mahalle maçı yapar, kızlı erkekli çizgi oynar, ip atlardık. Kargı kamışından uçurtma yapar, kırlarda hep birlikte uçurur, çiğdem toplardık.

Acıkınca elimizin altında atıştırmalık bin bir çeşit kek kraker, bisküvi ve çikolata çeşitleri yoktu. Bir dilim somun ekmek üzerine margarin sürer, onun da üzerine toz şeker serper, bunu ballandıra ballandıra yerdik. Bazı arkadaşlarımız da ekmeğin üzerine salça sürer, salçalı ekmek yerdi.
Ama bu bir dilim margarinli, şekerli ekmekten aldığımız lezzeti ve bize yaşattığı hazzı tarif etmek mümkün değil maalesef. Günümüz atıştırmalıkların hiç birisi o mutluluğu bana yaşatamaz.


O zamanlarda benim olduğu gibi birçok erkek çocuğun elinde sapan vardı. Can ciğer arkadaşım; şimdikilerin tabiriyle kankam Mustafa ile birlikte her gün dere kenarlarından taşların en güzelini, en yuvarlağını arayıp bulur, seçerdik, sonra da Mustafa bunu ceplerine doldururdu. Ve benim bir elimde sapan diğerinde en güzel, en yuvarlak taş, sağımda ise Mustafa olduğu halde her ikimizin de başı havada sokak sokak, bahçe, bahçe ağaç dallarında kuşları takip eder, onları uçup gittikleri diğer ağaçta pusuya düşürmenin yollarını arayıp bir avcı misali gezer dururduk. 
Tabiri caizse bir av köpeği titizliğinde ve sessizliğinde sinsice dallarda doğaya şakıyan narin güzelim kuşlara yaklaşır siper alırdım. Kankam ise iki adım arkamda siperde hedef küçültmüş asker misali beni takip ederdi. Çoğunlukla bu bir serçe kuşu, sığırcık, çalıkuşu ya da yağmur sonrası ortaya çıkan saka kuşları olurdu. Ne zaman ki hedefi gözüme kestirdiğimde, düşmanımı alaşağı edebileceğim vaktin geldiğine inandığım anda, sol elim önde çatalı tutarken, sağ elimle sapanı gücümün yettiği kadar gerdirip güdümlü mermiyi yani sapan taşını o çocuk aklımla büyük bir heyecan içinde, kalbim küt küt çarpa çarpa düşmanıma gönderirdim. 
Biraz önce hiçbir şeyden habersiz, cik cik diye diğer arkadaşları ile konuşan kuş göğsüne veyahut başına aldığı şiddetli taşın darbesiyle aynı anda dalların arasından sararmış bir yaprak misali yere düşerdi. Hemen kuşun yanına koşar, ölmüşse avımı elime alır kankama gösterir, yok hala can çekişiyorsa bir elimle kuşun başını, diğer elimle gövdesini tutar, onu başımın üstünde havaya kaldırır, kafasını kopartır, arkama atardım. Sonra da onu yerden alır Mustafa’ya verirdim.  Bunu yaparken hiçbir acıma hissi duymaz, bilakis ödülünü almış sporcu misali yaptığımla gurur bile duyardım.

Ama işin ilginç ve garip tarafı hiçbir büyüğümün bana bunun günah olduğunu, hayvanları keyfi öldürmenin gaddarlık ya da yanlış olduğunu söylememesiydi. Bu sanki çocukça bir oyundu onlar ve bizim için. Fakat acımasızca, gaddarca, canice bir oyun. Adına ne kadar oyun denilebilirse. 

Aradan yıllar geçip takvimler 4 Kasım 2014'ü gösterdiğinde artık çocuk değildim. Kocaman bir adam olmuştum.  Zaman denen canavar hiç durmadan ilerliyor, hayatımdan anlarımı çalıyordu. Artık bir kırsalda değil uzun bir zamandan beri şehirde yaşıyordum. Ekmek elden su gölden dönemi de bitmiş kendi ekmeğimi kendimin kazandığı bir zamandaydım.

Uzun bir süredir özel bir şirkette insana hizmet sektöründe, yani en zor sektörlerden birinde çalışıyordum.  Zira memnun etmenin, mutlu kılmanın en zor olduğu sektörlerden bir tanesi, insana hizmet sektörüydü. Uzun, uzun olduğu kadar ucu açık ve stresin doruk noktaya çıktığı çalışma saatleri ve bunun yansıra hareketli, kalabalık şehir hayatı beni yormuş, hatta yıpratmaya başlamıştı. Vakit ve fırsat buldukça yalnız kalmak ve sessiz bir ortam arıyordum. İşte böyle bir psikoloji içinde olduğum bir günün sabahında henüz daha mesaim başlamadan birkaç dakika parka gidip biraz ruhumu dinlendirmek istedim. Büyük çam ağacının altındaki banka oturdum. Etraftaki ağaçları, ağaçların altında yürüyüş yapan insanları, birbiriyle oynaşan sokak köpeklerini izliyordum. O anda belki diğer insanlar için olağan dışı olmayan, lakin benim için olağan dışı bir şey oldu.
Ne mi oldu? Oturduğum bankın önündeki cılız küçük ağaca bir çift çalıkuşu kondu. İncecik dalların arasında küçük küçük sıçrayışlarla kendi aralarında oyun oynuyorlardı. Bunu yaparken de güzel güzel insanın ruhunu dinlendiren hoş bir sesle şakıyorlardı. Evet, onları orada oturup izlerken dinlenmiş, zihnim boşalmış, huzur bulmuştum.  
Ama bir anda zihnimde bir şimşek çaktı, çocukluğumda sapanla kuş avladığım ana geri döndüm. İşte o anda o daldaki bir çift çalıkuşuna baktım ve içimde büyük bir acı hissettim.  Yüreğim sızladı. Yıllar önce amansızca takip ederek peşinden koştuğum, acımasızca canına kıydığım, hala canlı olanlarının başını gövdesinden ellerimle ayırdığım kuşlar ne büyük bir hikmettir ki bana huzur veriyor onları izlemek beni dinlendiriyordu.

Ne kadar acı, ne kadar üzüntü veren bir sahne olursa olsun, gerçek buydu işte. Yüce Allah bana bir çift kuşu vesile ederek huzur bulmamı sağlamış, aynı zamanda da bu olaydan pişmanlık duymama neden olmuştu.  Evet, şimdi huzurluydum ama onlara biraz önce baktığım gibi gıpta ederek, sevgi dolu bakamıyordum. Onlara bakmaya korkuyor, yıllar önce bir çocukken de olsa yaptıklarımdan utanıyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder