Bir zamanlar henüz daha çocukken ve şimdiki gibi
bilgisayar, tablet, oyun konsolları ya da playstation yokken, sokakta çelik
çomak, saklambaç, yakar top, bilye oynardık. Sokak aralarında plastik topla
mahalle maçı yapar, kızlı erkekli çizgi oynar, ip atlardık. Kargı kamışından
uçurtma yapar, kırlarda hep birlikte uçurur, çiğdem toplardık.
Acıkınca elimizin altında atıştırmalık bin bir çeşit kek
kraker, bisküvi ve çikolata çeşitleri yoktu. Bir dilim somun ekmek üzerine
margarin sürer, onun da üzerine toz şeker serper, bunu ballandıra ballandıra
yerdik. Bazı arkadaşlarımız da ekmeğin üzerine salça sürer, salçalı ekmek yerdi.
Ama bu bir dilim margarinli, şekerli ekmekten aldığımız
lezzeti ve bize yaşattığı hazzı tarif etmek mümkün değil maalesef. Günümüz
atıştırmalıkların hiç birisi o mutluluğu bana yaşatamaz.O zamanlarda benim olduğu gibi birçok erkek çocuğun elinde sapan vardı. Can ciğer arkadaşım; şimdikilerin tabiriyle kankam Mustafa ile birlikte her gün dere kenarlarından taşların en güzelini, en yuvarlağını arayıp bulur, seçerdik, sonra da Mustafa bunu ceplerine doldururdu. Ve benim bir elimde sapan diğerinde en güzel, en yuvarlak taş, sağımda ise Mustafa olduğu halde her ikimizin de başı havada sokak sokak, bahçe, bahçe ağaç dallarında kuşları takip eder, onları uçup gittikleri diğer ağaçta pusuya düşürmenin yollarını arayıp bir avcı misali gezer dururduk.
Tabiri caizse bir av köpeği titizliğinde ve sessizliğinde
sinsice dallarda doğaya şakıyan narin güzelim kuşlara yaklaşır siper alırdım.
Kankam ise iki adım arkamda siperde hedef küçültmüş asker misali beni takip
ederdi. Çoğunlukla bu bir serçe kuşu, sığırcık, çalıkuşu ya da yağmur
sonrası ortaya çıkan saka kuşları olurdu. Ne zaman ki hedefi gözüme
kestirdiğimde, düşmanımı alaşağı edebileceğim vaktin geldiğine inandığım anda, sol
elim önde çatalı tutarken, sağ elimle sapanı gücümün yettiği kadar gerdirip
güdümlü mermiyi yani sapan taşını o çocuk aklımla büyük bir heyecan içinde,
kalbim küt küt çarpa çarpa düşmanıma gönderirdim.
Biraz önce hiçbir şeyden habersiz, cik cik diye diğer
arkadaşları ile konuşan kuş göğsüne veyahut başına aldığı şiddetli taşın
darbesiyle aynı anda dalların arasından sararmış bir yaprak misali yere
düşerdi. Hemen kuşun yanına koşar, ölmüşse avımı elime alır kankama gösterir,
yok hala can çekişiyorsa bir elimle kuşun başını, diğer elimle gövdesini tutar,
onu başımın üstünde havaya kaldırır, kafasını kopartır, arkama atardım. Sonra da
onu yerden alır Mustafa’ya verirdim. Bunu
yaparken hiçbir acıma hissi duymaz, bilakis ödülünü almış sporcu misali
yaptığımla gurur bile duyardım.
Ama işin ilginç ve garip tarafı hiçbir büyüğümün bana
bunun günah olduğunu, hayvanları keyfi öldürmenin gaddarlık ya da yanlış
olduğunu söylememesiydi. Bu sanki çocukça bir oyundu onlar ve bizim için. Fakat
acımasızca, gaddarca, canice bir oyun. Adına ne kadar oyun denilebilirse.
Aradan yıllar geçip takvimler 4 Kasım 2014'ü gösterdiğinde artık çocuk değildim. Kocaman bir adam olmuştum. Zaman denen canavar hiç durmadan ilerliyor, hayatımdan anlarımı çalıyordu. Artık bir kırsalda değil uzun bir zamandan beri
şehirde yaşıyordum. Ekmek elden su gölden dönemi de bitmiş kendi ekmeğimi
kendimin kazandığı bir zamandaydım.
Uzun bir süredir özel bir şirkette insana hizmet
sektöründe, yani en zor sektörlerden birinde çalışıyordum. Zira memnun etmenin, mutlu kılmanın en zor
olduğu sektörlerden bir tanesi, insana hizmet sektörüydü. Uzun, uzun olduğu
kadar ucu açık ve stresin doruk noktaya çıktığı çalışma saatleri ve bunun
yansıra hareketli, kalabalık şehir hayatı beni yormuş, hatta yıpratmaya
başlamıştı. Vakit ve fırsat buldukça yalnız kalmak ve sessiz bir ortam
arıyordum. İşte böyle bir psikoloji içinde olduğum bir günün sabahında henüz
daha mesaim başlamadan birkaç dakika parka gidip biraz ruhumu dinlendirmek
istedim. Büyük çam ağacının altındaki banka oturdum. Etraftaki ağaçları,
ağaçların altında yürüyüş yapan insanları, birbiriyle oynaşan sokak köpeklerini
izliyordum. O anda belki diğer insanlar için olağan dışı olmayan, lakin benim
için olağan dışı bir şey oldu.
Ne mi oldu? Oturduğum
bankın önündeki cılız küçük ağaca bir çift çalıkuşu kondu. İncecik
dalların arasında küçük küçük sıçrayışlarla kendi aralarında oyun
oynuyorlardı. Bunu yaparken de güzel güzel insanın ruhunu dinlendiren hoş bir
sesle şakıyorlardı. Evet, onları orada oturup izlerken dinlenmiş, zihnim
boşalmış, huzur bulmuştum.
Ama bir anda zihnimde bir şimşek çaktı, çocukluğumda
sapanla kuş avladığım ana geri döndüm. İşte o anda o daldaki bir çift çalıkuşuna baktım ve içimde büyük bir acı hissettim. Yüreğim sızladı. Yıllar önce amansızca takip
ederek peşinden koştuğum, acımasızca canına kıydığım, hala canlı olanlarının
başını gövdesinden ellerimle ayırdığım kuşlar ne büyük bir hikmettir ki bana
huzur veriyor onları izlemek beni dinlendiriyordu.
Ne kadar acı, ne kadar üzüntü veren bir sahne olursa
olsun, gerçek buydu işte. Yüce Allah bana bir çift kuşu vesile ederek huzur
bulmamı sağlamış, aynı zamanda da bu olaydan pişmanlık duymama neden olmuştu. Evet, şimdi huzurluydum ama onlara biraz önce
baktığım gibi gıpta ederek, sevgi dolu bakamıyordum. Onlara bakmaya korkuyor, yıllar önce bir çocukken de olsa yaptıklarımdan utanıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder