Birçoğumuzun
zaman zaman karıştırdığı bir olaydır resim ve fotoğraf. Resim nedir, fotoğraf
nedir çok aldırmayız. İkisi de aynı şeymiş gibi konuşuruz genellikle. İkisinin
de aynı şey olduğunu zannetsek de geri planda zihnimizi kurcalayıp durur bu
kelimeler. Şimdi fotoğraf dedim ama doğrumu söyledim diye. Hâlbuki ikisinin
arasındaki fark çok basittir; fotoğraf çekilir, resim ise çizilir. Aralarındaki
tek fark budur aslında.
Fotoğrafı
çekmek için bir aygıta ihtiyaç varken, resmi bir kalemle veya bir kömür parçasıyla
da çizebiliriz; hatta bir taş veya çubukla bile… Bu, resmi nereye çizdiğimize
bağlı biraz da.
Daha ilk
çağlarda insanların mağara duvarlarının üzerine, kayaların üstüne resimler
çizdiklerini biliyoruz.
Fotoğraf çekmek için kullanılan fotoğraf makinesi ise çok da uzak olmayan bir
zamanda icat edilmiştir.
Bu bilgiler ışığında bildiğimiz gibi Dünya tarihinde resim, fotoğraftan daha
eskidir.
Fotoğraf mı
resim mi? diye sorarsanız bu başlı başına ayrı bir konu, müsait bir vakitte
üzerinde uzun uzadıya konuşmamız gerekir. Her ne kadar iyi bir fotoğrafçı
olmama rağmen şunu da itiraf etmeliyim ki, güzel resim çizebilmeyi hep
istemişimdir. Güzel resim çizenlere ise hep gıpta etmişimdir. Ama yapacak bir
şey yok, olmazsa olmaz. Herkesin kendine göre yaptığı iyi şeyler vardır. Benim
de kendime göre meziyetlerim yok değil hani.
Neyse konuyu
dağıtmayalım ve fotoğrafla devam edelim. Evet fotoğraf makinesinin icat
edilmesi 1800 lü yılların ilk çeyreğini bulmuştur. Kim kaç yılında nasıl icat
etmiş çokta önemli değil bana göre.
Kaldı ki bu
bilgiyi bilsen sana kazandıracağı çok da bir şey yok aslında. Zira artık 7’den
77’ye herkesin evinde demiyorum cebinde ve elinde fotoğraf makineleri
var.
Beş on yıl öncesine kadar insanlar fotoğraf makinelerini kılıfından çıkartıp
özel günlerde yaşadığı güzel anları, birliktelikleri çekerlerdi. Bunu yaparken
de şık giyinip saçlarını o biçim tararlar ve genellikle en neşeli, en mutlu
anlarını fotoğraflarlardı. Ya şimdi, şimdi öyle mi?
Elimizdeki fotoğraf makineleri ile yaşanan her anın fotoğrafını çekiyoruz.
Bazıları o kadar aşırıya kaçıyor ki bunun için ölüyor bile... Bu da üzerinde
düşünülmesi gereken ayrı bir konu...
Hiç kimse
fotoğrafta eksik yanının çıkmasını istemiyor ve istemez. Oysa doğal olsak ne
güzel olurdu değil mi?.
Evet eskiden
fotoğraf çekildikten sonra bunlar özel fotoğraf stüdyolarında tab ettirilir ve
fotoğraf kâğıdına bastırılırdı. Sonra özel olarak alınan fotoğraf albümlerinde
itinayla saklanır ve eve bir misafir geldiğinde, sohbet koyulaşmaya başlayınca
tavşankanı çaylar yudumlanırken elden ele dolaştırılır ve her bir fotoğrafın
üzerinde dakikalarca konuşulacak bir şeyler bulunurdu. Ne günlerdi ama o
zamanlar değil mi ya …?
Gelin şimdi
foroğrafa bir başka boyuttan bakalım; ne dersiniz.
Fotoğraflar, iki boyutlu parlak kâğıt parçaları. Onlar gerçekten düşündüğümüz
gibi değerli midir? Onları bu kadar değerli kılan içerisine yerleştirdiğimiz
albümler, küçük sedef işlemeli kutular mıdır? Yoksa kâğıt parçası üzerinde
gördüğümüz ve çoğu zaman tanıdık kişiler, doğduğumuz topraklar, yaşadığımız
şehirler, caddeler ve anlar mıdır?
Fotoğraf sadece bunlardan ibaret olamaz.
Oysa fotoğrafların bir de görünmeyen yüzleri vardır; memleket kokmayan, anne
diye sarılamayacağınız, oğlum deyip havaya atıp kucaklayamayacağınız, kızım
deyip öpemeyeceğiniz, baba diye sırtınızı dayayamayacağınız…
Fotoğraflar
sizi anlayamazlar, donuk donuk yüzünüze bakarlar. Bakarken, iyi bir arkadaş,
vefalı bir dost, canınızdan kanınızdan bir kardeş gibi gözyaşınızı da
silemezler. O size bakarken buz keser vücudunuz. Siz ona baktıkça da her bir
köşesi içinize batar, yüreğinizin en hassas yerinden yaralar sizi ve burnunuzun
direğini sızlatır; ve fotoğrafı tuttuğunuz elleriniz kanar usul usul ve
sessizce, için için ağlar kalbiniz.
Yıllar sonra
elinize alıp baktığınız, rengi hafiften sararmaya başlamış bu kağıt parçası acı
verir size. Nefesinizi keser ve kalbinizin sıkıştığını hissedersiniz.
Dudaklarınızı dişlerinizin arasına alır ısırırsınız farkında olmadan, derin bir
ah ya da off çekersiniz.
Acıyla, özlemle, hasretle, minnetle, pişmanlıkla, bazen öfkeyle, kimi zaman
nefretle, sevgiyle ve şefkatle iç içe geçmiş karma karışık duyguların içinde
heder olursunuz.
Bulunduğunuz
zamanı ve mekanı unutup dalıp gidersiniz farklı bir hayal alemine. Bazen çıkmak
istemezsiniz fotoğrafta içerisine girdiğiniz mekandan, kendinizi oranın bir
parçası görürsünüz ve kala kalakalırsınız orada.
Zihninizde
yaratmaya ve yaşamaya başlarsınız o anları, bazen de öyle bir an gelir ki bir
anda hiddetlenir yırtıp atmak istersiniz ya da bir çılgınlık yapıp parça parça
yırtıp savurursunuz etrafa, o onlarca yıllık fotoğrafı.
Bazen de
fotoğrafa baktıkça kızarsınız ama başınızı bir sağa bir sola çevirip "ya
boşver, olan olmuş" der affedersiniz. Ne güzel bir hatıra der göğsünüze
bastırıp orada içinize, yüreğinize gömmek istersiniz, tıpkı her şeyi zamanın
içine gömdüğümüz gibi...
Ya siz,
fotoğraf için siz ne dersiniz?