31 Aralık 2017 Pazar
17 Aralık 2017 Pazar
Söz: Masum Değiliz
"Diğer insanların davranışlarını anlamaya çalışarak
kendinizi yormayın;
zira hiç kimse
masum değil ve herkes suçlu değil." -Y. Saldık-
3 Aralık 2017 Pazar
10 Kasım 2017 Cuma
10 Kasım: Seni Arıyorum
Büyük Önder, büyük Devlet Adamı, büyük kumandan ve asrın askeri dehası
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ü saygı, minnet, şükran ve rahmetle anıyoruz...
RUHUN ŞAD OLSUN ATAM
1 Kasım 2017 Çarşamba
29 Ekim 2017 Pazar
94. YILI :Cumhuriyet Bayramı
Türk toplumu millet mücadelesini, üzerinde hür ve bağımsız yaşayabilecek bir vatan için başlatmış ve başarıya ulaşmıştır. Düşmanlara karşı kazanılan zaferlerin neticesinde bunu Cumhuriyetle güven altına almıştır.
Cumhuriyet, Türk tarihinde, Türk’ün açtığı bir devirdir. Bu devrin açılmasında önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk ve tüm silah arkadaşlarını ve şüheda Mehmetçiklerimizi minnetle anıyoruz.
CUMHURİYET BAYRAMIMIZIN
94. YILI KUTLU OLSUN
19 Ekim 2017 Perşembe
Anne Annedir
Bir anne her zaman, her yerde, her koşulda annedir. Küçük
bir parkın kenarında duran bodur bir ağacın dalına tünemiş bu dişi yarasa
tesadüfen ve biraz da benim gözlemci karakterim sayesinde kadrajıma takıldı.
Herşeyden habersiz uyuyordu. Fakat yalnız değildi. Kanadının
altında korumaya aldığı yavrusunu aynı zamanda emziriyordu.
Bu manzarayı görüpte bu güzelliği veren Rabbime şükretmemek
ne mümkün. Elhamdülillah
5 Ekim 2017 Perşembe
ACIYA GÜLEN ÇOCUKTUK
ACIYA GÜLEN ÇOCUKTUK
Düşünce dizlerimiz kanardı küçükken, derimiz sıyrılır
kıpkırmızı ciğer gibi olurdu dizkapaklarımız. Görüntüsünden acıyı unutur
gülerdik; bu öyle bildiğimiz gülmelere hiç benzemezdi, ağlamakla karışık
çocukça bir gülmeydi bu. Dışarıdan birisi görse deli bu çocuk derdi belkide.
Varsın desinler, kim takar. Biz acıya gülen çocuklardık işte o zamanlar.
Ya şimdi ciğerlerimiz dağlanıyor görünce, düşününce,
düşmeden acıyor sol yanımız. Televizyonda dünyadan haberleri izlerken. İnsanın
insana, insanın hayvanlara yaptıklarını gördükçe Kabil'in Habil'e yaptıkları
çok basit kalıyor. Bilmiyorum belki de sadece benim sol yanım acıyor. Diğer
insanlarınkisi yerli yerinde belkide.
Oysa eskiden elde edemediklerimize değil, kavuştuklarımza
sevinçten ağlardık. Ağlayınca gözlerimiz yanardı, yüreğimizi yakacak, ruhumuzu
incitecek pek fazla acımız olmasa da elhamdülillah. Düşlerimiz ipince,
masmaviydi o zamanlar. Şimdi içine alıp da boğuyor beni her düşünce. İtiliverse
ortasından kırılıveren narin düşüncelerimiz vardı çocukken. Şimdi tanklar
geçiyor da insanlığın üstünden, bırakın kırılı vermeyi, ruhu kıpırdamıyor
adeta. Yoksa, ben hala kabul etmemeye çalışsam da, ruhumu kirlendi gerçekten
insanlığın.
Oysa eskiden düşüncelerimiz üşürdü sadece acılar karşısında.
Onuda bir olup bölüşürdük o vakitlerde. Yağmurlara tutunurduk biz küçükken,
yağmur ☔ bizi severdi okşardı yüzümüzü,
zarar vermezdi bize. Sonra toprakla kucaklaşır akıp giderdi küçük derelerde.
İşte bu derelerde oynardık, yağmur suyunun içinde; çoğu zaman yalınayak, bazen
de ayaklarımızda lastik çizmelerle. Ayaklarımız üşürdü, fakat farketmezdik biz
bunu. Üstümüz başımız kirlenirdi de düşüncelerimiz kirlenmezdi, o hep pak
kalırdı ruhumuz gibi.
İki gün önce gece, sonbaharın ilk yağmuru yağdı buraya. Onun
sesini duyar duymaz uyandım, hemen pencereye koştum ve sokağı seyrettim.
Penceremin altından akan yağmur suyuna baktım; kirlettiğimiz şehrin ve kirlenen
düşüncelerimizin kirini alıp götürüyor mu diye. Ama bu yağmur bile
temizleyememişti kirli düşüncelerimizi. O, kalplerimizde kalakalmıştı bu sefer
de yine.
Hevesim kırılmış bir şekilde uzandım yatağa. Yine de o eski
dost yağmurun şefkatli ninni sesiyle dalmışım uykuya...
Çocukken, düşünce yalnız acıyan ellerimizin acısının dünde
kalan umuduyla uyanmak istiyorum yarınlara. Tertemiz bir dünya, sol yanı
acımayan mutlu çocuklar görebilmek istiyorum yarınlarda...
PAK YÜREKLER, TERTEMİZ VİCDANLAR, UMUT DOLU ACISIZ GÜNLER OLSUN...
10 Eylül 2017 Pazar
Çocukça Rüyalar
ÇOCUKÇA RÜYALAR
Uzun bir aradan sonra bugün yine doğduğum ve çocukluğumu
geçirdiğim köyümdeyim. Tek bir fark var, bugün artık çocuk değilim. Yetişkin,
genç bir adam olarak köyümdeyim. Ayak
bastığım andan itibaren yaşadığım şehre dönüşü düşünmüyorum. Oh! Zaman ve
iletişim araçlarıyla da bir bağlantım yok.
Horozların sesiyle uyanır uyanmaz kırlara çıkıyorum. Ana yolda bir
müddet yürüdükten sonra bilmediğim bir patika yola giriyorum.
Yaşadığım şehirde görmediğim ve karşılaşma ihtimalimin
dahi olmadığı bitki türlerini hayranlıkla izliyor ve nemli bir sabahla
karşılaşıyorum. Her yerde alabildiğine yetişen çiçek ve yeşilliklerin üzerini
çiğ tanecikleri kaplamış. Toprak dahi güneşin henüz yeni doğmuş olmasını fırsat
bilerek gecenin ıslaklığını üzerinden atmamış. Yol aldığım patika, dere
yataklarının eteklerinden bir aşağı, bir yukarı köyün dışında kıvrıla kıvrıla
devam ediyor. Dilime, eski bir türkünün melodisi dolanıyor ve hafif hafif ıslık
çalıyorum.
Gördüğüm her bir çiçek, dokunduğum her bir nebat
düşüncelerimdeki açlığı doyurmaya şimdilik yetmiyor. Şu eşsiz ve muhteşem
manzara karşısında mümkün olup olmayacağını bilmiyorum ama, doyumsuz yaşamı
kucaklamak istiyorum.
Bilinçsizce takip ettiğim patika nihayet beni eşsiz bir
düzlüğe çıkarıyor. Düzlüğün eşsizliği, gözün alabildiğine her dört bir tarafın
kıpkırmızı gelincik bahçesi ve tam orta yerinde yükselen kocaman ve yemyeşil
bir çam ağacının bu manzarayı tamamlıyor olmasından. Bu müstesna ve muhteşem
manzara beni mutluluktan çılgına döndürüyor. Sevinçten ne yapacağımı şaşırıyor,
başımı göğe kaldırarak kendi etrafımda dönmeye başlıyorum. Bir yandan da,
beklemediği bir anda çok güzel bir oyuncağa kavuşmuş şen çocuklar gibi
kahkahalar atarak gülüyorum. Uzun yıllardır hiç bu kadar mutlu olduğumu
hatırlamıyorum. Beni bu şekilde gören
birisi olsa kesinlikle çıldırmış olduğumu düşünür. Varsın deli sansınlar, en
azından deli olduğumu düşünceklerinden kimse yanıma yaklaşarak beni rahatsız
etmez.
Yakınımda olacak ki, şakıyan güzel sesli bir kuş
düşüncelerimden kurtulup kendime gelmemi sağlıyor. Bu sefer de, bu huri sesli
kuşu görebilmek için, bütün vücudumla kulak kesilip sesin geldiği noktayı tam
olarak tespit etmeye çalışıyorum. Etrafıma dikkatlice bakınmama rağmen bu güzel
sesli kuşu göremiyorum. Bulunduğum yerde hiç kıpırdamadan duruyorum. Hareket
ederek çıkaracağım ufak bir gürültünün bu güzel sesli kuşu ürkütüp bulunduğu
yerden uçuracağını da biliyorum. Fakat çıt dahi çıkarmadığım halde sağımdan,
yanıbaşımdan kuş uçuveriyor bir anda. Başımı çevirip baktığımda ise kuşun
gökyüzünde çoktan yükselmiş olduğunu farkediyorum. Ama ne cins bir kuş olduğunu
seçemiyorum. Ah bir görebilseydim diyerek iç geçiriyorum. Sonra da, varsın ben
görememiş olayım ve özgürce uçup masmavi gökyüzünde kanat çırpsın diye kendimi
avutuyorum.
Bütün bu güzelliklerden adeta mest olmuş bir halde vaktin
nasıl geçtiğinden habersiz çam ağacının altında buluyorum kendimi. Sırtımı, bu
perilerden daha güzel koyu yeşil yapraklı çam ağacının gövdesine dayayarak
ayaklarımı çimenlerin üzerine uzatıyorum.
Derin bir nefes çekerek temiz ve serin oksijenle
ciğerlerimin bayram etmesini sağlıyorum. Kısa bir süreliğine de olsa, içime
misafir olan temiz hava şehrin kirli havasına alışmış olan bedenimde
çok pozitif etki yaratıyor. Başım dönüyor. Gözlerimi kapatıyorum.
Apansız, kulakları çınlatan mekanik bir ses gözlerimi
açmama neden oluyor. Yastığımın yanıbaşında zır zır çalan masa saati vaktin
altı olduğunu söylüyor, bu asabımı bozuyor. Bir anda, gördüğüm tatlı rüyanın
büyüsü kayboluyor... :(
5 Eylül 2017 Salı
Aynadaki Çocukluğum
Sabah uyandığımda, 2 gündür ağrıyan azı dişime bakmak için
geçmiştim aslında aynanın karşısına. Ağrıyan bölgeyi tam olarak görüp kendi
kendime teşhis koyacaktım. Ve sonrasında Diş hekimine gitmenin şart olması
durumunda tedavi sırasında ne derecede ağrıya katlanmam gerektiğini tespit
edecektim.
Ama tam da öyle olmadı. Ağzımı açtığımda azı dişimi
görmüştüm, fakat gördüğüm başka bir şey daha dikkatimi çekmişti aynada. Solgun
bir yüz ve uykusuzluktan donuk donuk
bakan gözler. Göz bebeklerime bakarken bir anda çocukluğumla karşılaştım aynada.
Umut dolu, henüz feri sönmemiş gözlerle bakan ben vardı benim karşımda. Oysa az
evvel umutları kaybolmaya yüz tutmuş genç bir adamın gözlerini görmüştüm.
Halbuki şimdi tüm
umutlarımı henüz yitirmemiş olsam da çocukluğumdaki benden birçok şey gitmişti
sanki. Geçen onca yıl neleri alıp götürdü, zamanın benden alıp götürdükleri
nerede diye sordum kendi kendime. Nerede kaldı ideallerim; nerede ve ne zaman
kaybettim ben onları?
Bu esnada aynadaki çocuk benle tekrardan göz göze geldim bir
anda. Elimde ayyıldızlı kırmızı bayrakla 23 Nisan Bayramı'nda eğleniyordum.
Sonra bir sınıfta bilgi yarışmasındaki hırslı beni, sağımda ve solumda oturan
azimli arkadaşlarımı gördüm. Sonra görüntü değişti ve geniş bir meydanda saklambaç
oynarken gördüm çocuk beni, sonra bir anda sokağın köşesinden kopan bir çığlık:
Öğretmen geliyor. Çil yavrusu gibi her birimiz bir yana saklanıvermiştik bir
anda.
Öğretmenimizden
korktuğumuzdan değildi tam da yaptığımız. Sayğımız büyüktü ona... Dersimize
çalışmayıp da aylaklık yaptığımızdan sert fakat şefkat dolu bir dille
alacağımız nasihattendi çekincemiz. Halbuki yoktu böyle bir şey aslında. Bizim
çocukça düşüncemizdi sadece. O bizi çocukları kadar severdi ve bunu biz de
bilirdik aslında.
Öyle olmasaydı, kuşluk vakti, sabahın beşinde Öğretmenim
beni kucağına alıp dünyanın en iyi boksörü Muhammed Ali'nin boks
müsabakasını birlikte izlemezdi sanırım.
Sonra ansızın aynadaki çocuk ben kayboldu sisler içinde. İşte o anda dişimin
ağrıdığını tekrardan fark ettim.
Sahi nereye gitmişti çocukluğum? Ne zaman kaybolmuştu
ideallerim? Zaman mı çalmıştı, yoksa zaman içinde ben mi kaybetmiştim onları?
Sahi bulan gören var mı kaybolan umutları?
2 Eylül 2017 Cumartesi
BAYRAMLAR BAYRAM, İNSANALAR İNSAN OLSA
BAYRAMLAR BAYRAM, İNSANALAR İNSAN OLSA
Ah be Hocam! Yazma vakti geldi yine. Nereden mi biliyorum?
Biliyorum işte. Ne yapsam da söndüremediğim bir yangın var yüreğimde. İçim
yanıyor. Alıyorum kalemimi aziz dostumu, sırdaşımı elime.
Oysa o benden de dertli, başlıyor bembeyaz kağıt üzerinde
hayatı karalıyor habire. Neler yazmıyor ki; önce eski bayramlardaki çocuklardan
bahsediyor:
Çocuklar, bayram sabahı en güzel, en temiz elbiselerini
giymiş, ayaklarında gıcır gıcır ayakkabıları ve her birinin ellerinde küçük
birer naylon torbalarıyla rengarenk birer güvercin sürüsü gibi sokaktaki tüm
kapıları tıklatıp el öpen ay yüzlü şirin çocuklar. Her bir evden aldıkları
kendileri kadar tatlı şekerleri ellerindeki torbalara atıp bir sonraki kapıya koşan
çocuklar.
Ucu körelmeye başlasa da elimdeki kurşun kalem mola vermeden
yazmaya devam ediyor.
Ah be Hocam! Ya şimdiki bayramlar, çocuklar, evler avlular;
kapılar kapalı, kilitli, sürgülü. Ya çocuklar, sahi onları göreniniz var mı
bayramlarda? Onlar da kapalı odalarda... Ellerine bizzati alıp tutuşturduğumuz
kaç milyonluk oyuncaklarıyla. Yedikleri elvan çeşit çikolata, pasta, gofret ve
cipsler önlerinde yemedikleri ev yemekleri mutfakta tencerede...
Hangi çocuk bilmem hangi şekeri hak etmek için neden öpsün
hangi büyüğün ellerini... Değil mi ya... O körpe yaramaz çocuklarımızın gün
içinde yeni neye ihtiyacı var, hangi bayram şekerinin özlemini kaç ay değil kaç
dakika duyacak kadar zaman geçecek ki sevinsin garibim bir bayram şekeriyle.
Öyle bir şekerle avutulacak çocuklar kalmadı, kalmadı çocukluklar; hepsi
eskidendi, yaşandı bitti...
Yazmaya devam ediyor, hızını alamıyor kalemim, tıpkı bayram
tatilinde otoyollarda hız limitlerini altüst eden arabalar gibi... Hızını
alamayan arabalar değil aslında; arabaların ön koltuğuna oturttuğumuz trafik
canavarları. Bir önünde giden aracı mutlaka geçmesi ve birinci sıraya
yerleşmesi gerekir. Ama bilmiyor ki, kendini en önde gidiyor sandığında bile
ondan önde gidenler var yollarda. Ne önde gidenler biter, ne de yollar tükenir
bu dünyada. Böyle vurdumduymaz, böyle kural tanımaz ve canları böyle yok
saydığında biter bu yollar ve de biter,
bitmez sanılan ömür bir anda. İşte o zaman her şey için çook geçtir. Sen de
bitersin, geride bıraktıklarında biter.
Bak eskiden olduğu gibi bardaktan boşanırcasına yağmıyor
yağmur Çukurova'da. Aylardır sarı sıcak kavuruyor düz ovayı. Sokakların kiri
kurudu kaldırımlarda; bir de yüreklerimizdeki kin ve kir katmerlendi son
yıllarda.
Her kurban bayramı sonrası yağmur yağardı eskiden, şimdilerde
bir damla yağmura hasret bekleşiyoruz kapalı odalarda. Ah bir yağmur yağsa,
yağsa be Hocam, sokaklardaki kiri yumuşatsa, yüreğimizdeki kini ve kiri yıkasa,
alıp götürse insanlıktan uzaklara... Her şey eskiden olduğu gibi güzel olsa.
Bayramlar bayram gibi olsa, çocuklar hep çocuk kalsa, bir de insanlar eskisi
gibi insan olsa. Ne güzel olur ya...
1 Eylül 2017 Cuma
Kurban Bayramı 2017
Sevin içinizden geldiği için,
sayın değer verdiğiniz için,
paylaşın kardeşlik için,
verin sadece Allah için…
MUTLU, HUZURLU ve
SAĞLIK dolu bir BAYRAM OLSUN inşallah...
SAĞLIK dolu bir BAYRAM OLSUN inşallah...
30 Ağustos 2017 Çarşamba
30 Ağustos Zafer Bayramı (2017)
Zaferleri büyük ve kalıcı kılan yüce milletler ve üstün
liderlerle kazanılmasındandır. Dünya üzerinde başkasının toprağında gözü
olmayan ve kendi kutsal emanet ve değerleri uğruna mücadele eden tek millet
TÜRK MİLLETİ'dir. Seçilmiş Türk Milletine liderlik eden MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK'se deha bir liderdir. Onun silah arkadaşları ve tüm askerleri en
şerefli askerlerdir. Hepsini minnet ve rahmetle anıyoruz. Ruhları Şad olsun.
30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...
NE MUTLU TÜRKÜM
DİYENE!
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
Dağ, taş, ova hepsi benim düzüm,
Kimsenin toprağında yok gözüm,
Başım dik, Hakka dönük pak yüzüm,
Bayrağım, Vatanım benim özüm,
Düşmana söylenecek tek sözüm:
Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene!
Şahin olur yükseklerde uçarım,
Çakalları sisler içinde de seçerim,
Düşman siperini yıkar geçerim,
Bayrağım, Vatanım benim özüm,
Düşmana söylenecek tek sözüm:
Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene!
Alparslan'la Malazgirt’te taç aldık,
Atatürk'ten emir, imanımızdan güç aldık,
Yedi düvelden Dumlupınar'da öç aldık,
Bayrağım, Vatanım benim özüm,
Düşmana söylenecek tek sözüm:
Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene!
-Yaşar SALDIK
30Ağu'2017-
26 Ağustos 2017 Cumartesi
Tabiat Sevgisi
Tabiat o kadar çok renkli ki başımızı çevirip şöyle
etrafımıza bir bakınmamız yeterli. Çevremizdeki her bir canlının ve nesnenin
bir rengi var. Ama tabiata hakim olan ana renkler yeşil ve mavidir. Ben her ikisine de aşığım. Neden? Çünkü her
ikisi de insana huzur veriyor ve rahatlatıyor.
Her ikisi de iç açıcı ve güven veren renklerdir. Aynı
zamanda umudu, yeniliği, gençleşmeyi ve yeniden canlanmayı çağrıştırır. Bunun
yanı sıra paylaşımın, cömertliğin ve uyumun renkleridir yeşil ve mavi. Ben de
her ikisini birlikte kucakladım bu karede.
Bu arada Size bir de sır vereyim: Bilim insanları yeşil ve
mavi rengi seven insanların genellikle üretken, çevresiyle uyumlu, içten ve
doğayı seven insanlar olduğunu, aynı zamanda hareketlerinde dengeli ve düzenli
olduklarını söylüyorlar...
13 Ağustos 2017 Pazar
Kitap: İKRA
Kitap Hakkında:
Yazarı: Murat Serdar Aslantürk
Yayınevi: Arunas Yayıncılık
Sayfa Sayısı : 248
İlk Baskı Yılı : 2012
Ücreti: 12 TL
Ne buldum: Beklentime %100 cevap aldım diyemem, ama beklentim güzergâhında seyretmiş olması
da beni yanıltmadı.
Puanım: 80
Yazar Hakkında:
Murat Serdar Arslantürk 2 Temmuz 1978 de
Ankara’da dünyaya geldi. Şair,
yazar ve öğretmendir. Lise öğrenimini Fethiye Kemal Mumcu Anadolu Lisesi'nde
yapmıştır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi ve
Eskişehir Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümlerinden mezun
olmuştur. Ankara'daki çeşitli okullarda öğretmenlik de yapmıştır. İlk şiirleri
Antoloji isimli sitede yayımlanmıştır. Daha sonra Edebiyat sitesinde öykü ve
denemeleri yayınlanmıştır. Edebiyat Dünyası sitesinde yayınladığı özgün
öyküleri ile beğeni toplayan yazar, Kara kitap sitesinde köşe yazıları da
yazmıştır. 2006 yılında Kadın Eli Değmiş Öyküler isimli e-kitabıyla
Uluslararası Edebiyat Derneği İlham Ödülü almaya hak kazanmıştır.
Allah (c.c.) sizinle konuşsaydı, inanmazdınız. Bu yüzden size harfler, ötreler ve alfabeler verdi.
Böylece yazıldınız. Oku...
İrfan, karısı Fazilet’in aylar önce getirip masasına
koyduğu kenarları kıvrılmış defterlerin içindeki acayip şekillerin, düzensiz
çizgilerin, biçimsiz sembollerin ve acemi karalamaların uzun bir günlüğe ait
olduğunu çözmüş ve günlükte yazanlardan bir öykü oluşturmayı başarmıştı. Fakat
ne kadar uğraşmış olsa da satırlardaki gizemli boşluklar birer nazlı tılsım
gibi sayfalarda kalmış ve ne yaparsa yapsın, hala kelimeleri yerli yerine
koyamamıştı. Hâlbuki çocuk bunları nasıl yazdıysa, genç şifre bilimci de öyle
okumalıydı. Hatta O’nun gibi susmalı ve kelimeleri susarak aramalıydı. Çünkü
marifetli sözcükler sadece sessizlikte belirirler. Susup ‘söze’ kulak verirse
boşluklar dolacak; görmüyordu… Çünkü Allah iyidir ama Şeytan bunu diliyle
yapar; bilmiyordu…
Kitabın Analiz ve
Yorum:
Genellikle kitap alırken sezgilerime ve iç sesime kulak
veririm. Bu kitabı alırken tam böyle olmadı ve kitap beni seçti. Elbette ki bu
bir tesadüf anlamına gelmiyor. İKRA önce ismiyle dikkatimi çekti.
Kitabı ilk elime alıp incelerken arka kapaktaki şu cümle
çok dikkatimi çekti ve beni etkiledi:''Allah (c.c) sizinle konuşsaydı, inanamazdınız.
Son zamanlarda büyük keyif alarak okuduğum etkileyici
kitaplardan birisiydi. Özellikle kitabın gelişme bölümüne geçtikten sonrasında
daha da etkilenmeye ve merakım artmaya başladı. Yazarın yalın ve anlaşılır dili
okunmasını kolaylaştıran etkenlerden birisi. Lakin bazen bu basitlik insanı
sıkmıyor da değil hani. Bunu da anti parantez söylemek gerekir. Bunun dışında
kitaba olumsuz anlamda söyleyecek pek bir şey bulmak güç. Yapmacık, sıradan
popülaritesi şişirilmiş konu ve kahraman bekleyenlerin okuyacağı bir kitap
değil elbette. Zira bu tip okuyucuların okuyacağı malum kitaplar belli elbette.
O tip malum kitapları okuyanlara da saygım sonsuz. Siz yeter ki okuyun :)
Kapakları zehirli şekerler gibi bir albeniyle pof
poflanmış kitaplar yerine güzel, hoşça vakit geçirmek ve öz benliğinizi arama
ihtiyacı duyacağınız bir kitap okumayı tercih etmek isterseniz ki isteyin,
televizyon izlemek yerine bu kitabı alıp ailecek çocuklarınızla birlikte arkası
yarın tadında hiç düşünmeden okuyun. Çünkü okunmayı hak eden bir kitap.
Tavsiyemdir...
Sekiz yaşındaki bir çocuğun suskunluğunun ardındaki gizem
nedir. İkra bu zifiri sessiz karanlıktan sıyrılıp aydınlık şafağa ulaşacak mı
acaba? Aydınlığa ulaşmak bu kadar zor mu? Ya tesadüf denilen kelimenin şeytanın
bir hilesi olduğuna ne dersiniz? Yoksa Siz de Kaderci misiniz?
Hiç düşündünüz mü: neden hep çocuk kalsaydım, hiç
büyümeseydim deriz?
Çocukların saf tertemiz kalpleri olağanüstü güzellikleri
yetişkinlerden daha net görüyor diyebilirsiniz…
O halde büyüyünce insan insanlığından mı uzaklaşıyor?
Sebep bu mu? Çözümü yok mu bunun…
Bu soruların cevabını bu kitabın satırlarına bakarak
değil, kelimeleri görerek ve yüreğinizde hissederek okursanız bulacaksınız. Ben
bulabildim. Eminim Sizler de bulacaksınız. Size güveniyorum.
Sözü fazla uzattım galiba. Şimdi gelelim kitabın
konusuna:
Sekiz yaşındaki erkek çocuğu kahramanımız İkra, annesi
ile bir şehrin varoş kesiminde küçük bir evde yaşamaktadır. Annesi Zehra henüz
daha yirmi ikisinde gönlünü bir şoföre kaptırır ve ailesinin rızası olmadan
onunla kaçarak ailesini terk eder. Bu iki genç evlenirler ve güzel ayların
ardından adam Zehra’yı bebeği ile terk eder. Zehra çocuğuyla yalnız kalmıştır.
Zehra’nın başka bir sorunu da vardır ki bu da oğlu İkra’nın doğuştan
konuşamayan bir çocuk ve disleksi hastası olmasıdır.
Zehra her şeyi kader olarak kabullenmiştir. Kendisine bir
fabrikada iş bulur. Bu iş yerinde aşçı olarak çalışmaktadır. Hayatını bu
şekilde devam ettirir ana oğul.
Evin bütün yükü zavallı Zehra'nın omuzlarına binmiştir. Kahramanımız
İkra ise ta küçüklüğünden beri annesinin ona aldığı boş defterlere bir şeyler
karalayarak vaktini geçirmektedir. Yalnız bu karalamalar, yazmalar bizim
bildiğimiz yazımlara benzemez. Çocuk kendisine kendince bir alfabe
oluşturmuştur. Zehra oğluyla iletişim kurabilmek için mecburen bu alfabeyi öğrenmiştir.
İkra’nın annesi ile iletişimi bu şekilde başlar. İkra büyüdükçe defterine yeni
şekiller çizerek annesine bunları anlatır. Zehra bu yazıların bazılarını anlasa
da birçoğunu anlayamaz ve çözemez.
Bir gün komşusu Hamiyet Hanım’la İkra'nın dilinin
çözülmesi için bir hocaya giderler. Orada İkra'nın yaşlarında olan bir kız
çocuğu ile karşılaşırlar. Şeyma’da disleksi hastalığından muzdarip sevimli bir
çocuktur. Bizimkiler Şeyma’nın ailesi ile tanışırlar. Daha sonra Şeyma’nın
ailesi Zehra'ya kızının gittiği okula İkra'nın da gitmesini teklif ederler.
Zar zor geçinen Zehra ise ilk başlarda bu işe karşı çıkmak
ister ama maddi açıdan Şeyma’nın ailesi ona destek olurlar ve İkra okula
başlar. Olaylar burada gelişmeye başlar. İkra kendi kullandığı ilginç alfabeyi sınıfındaki
çocuklara da öğretir. Çocukların tamamı hızlı bir şekilde bu alfabeyi
öğrenirler. Okul yönetici si Faik Bey ve diğer öğretmenler bu durum karşısında
çok şaşırırlar ve bu alfabenin incelenmesi için üniversite Profesörlerine başvururlar.
Bu andan itibaren akıl almaz olaylar meydana gelmeye başlar. Zira bu alfabenin yüzyıllar
öncesinde kullanılan Runik alfabesi olduğu ortaya çıkar. Hatta Sümer
alfabesinden bile harf ve motifler vardır. Herkesi şaşkına çeviren ise
yüzyıllar öncesine ait bu alfabeyi nasıl olur da küçücük bir çocuk öğrenmiş ve
yazıyordur. Bu olayın iç yüzü nasıl
aydınlatılacaktır.
İKRA’nın sırrı nasıl çözülecektir. Bu tüm hocaların ve
profesörlerin kafasını aylarca kurcalar. Sonunda bir gün komşu Hamiyet hanımın
kızı Fazilet Zehra’lara ziyarete gelir.
Fazilet’in gelmesi belki de sırrın çözümlenmesine sebep
olacaktır. Bu sır nedir peki?
İşte roman bu kısa anlatımla sürüp gitmekte. Ama romanın
sonu gerçekten çok etkileyici.
Yazar muhteşem büyüleyici bir finalle eserini bitiriyor.
Önemli bir konuda yazarımızın yazım tekniğinin kendine
has bir teknik olduğunu da söyleyelim.
Bu teknik nedir burada söylemeyeceğim. Bu da kitap gibi
sürpriz olsun. Kitap kurtları bu sırrı çözerler diye düşünüyorum.
Çok önemli bir dipnot da kitabı sadece gözünüzle değil kalbinizle
de okursanız sırrı çözersiniz diye küçük bir de ipucu vereyim. Hadi bu da
benden olsun:)
23 Temmuz 2017 Pazar
Kitap: Kuklacı Çocuk
Kitap Hakkında:
Kitabın Adı: Kuklacı Çocuk
Yazar: Eva Weaver
Çevirmen: Belgin Selen Haktanır
Yayınevi: Koridor Yayıncılık
Sayfa Sayısı : 381
İlk Baskı Yılı : 2014
Yazar Hakkında:
Hakkında çok fazla bilgi olmasa da
Yazar Eva Weaver Almanya'da doğmuştur. Uzun yıllar
İngiltere'de yaşamış travma ve sanat terapisti olarak çalışmıştır. Daha sonra
ilk romanı Kuklacı Çocuk ile ününü Avrupa’da duyurmuştur.
Arka Kapaktan:
Palto dikildiğinde on iki yaşındaydım. Terzimiz ve çok
sevgili arkadaşımız Nathan, bu paltoyu 1938 senesinde, Mart ayının ilk haftasında
büyük babam için dikti. Şehrimizin özgürlüğünü yaşadığı son haftaydı, bizim de. Hayatın en zor anında bile bir umut vardır. Ve bazen bu
umut, küçük bir çocuğun yüreğine en yakın yerde hayatı selamlamayı bekleyen bir
kuklanın verdiği umuttur.
Büyükbabası Varşova gettosunda hayatını yitirdiğinde
Mika'ya kalan yalnızca onun muhteşem paltosu değildi, aynı zamanda içi sırlarla
dolu bir hazine de onun olmuştu. Mika, babasını kaybeden hasta kuzenini,
daracık bir odada yaşamaya mahkum edilmiş komşularını eğlendirirken, kendini
kukla gösterilerinin ortasında buluverir. O artık bütün gettonun yüzünü
güldürmeyi başarabilen, aşık olduğunda yüreği kelebek gibi kanat çırpan kuklacı
çocuktur. Ancak bu güzel tablo, bir Alman askerinin karşısına dikilmesi ve onu
gizli bir hayatın içine çekmesiyle yerle bir olur.
Yüreğinize dokunacak, sizi alıp uzaklara götürecek ve
döndüğünüzde asla eskisi gibi hissetmeyeceksiniz. Savaşın acımasız yüzüne
rağmen küçük mutlulukların aslında ne kadar büyük ve değerli olduğunu anlamanızı
sağlayacak bir eser.
(Tanıtım Bülteninden)
Eser, Mika adındaki kahramanımızın yaşlılık haliyle
başlıyor. Mika 9-10 yaşlarından itibaren kızı Hannah’ın çocuğuna yani torununa
anlatmaya başlıyor Varşova’nın gettosundaki yaşam hikâyesine. Okuyucuda ilk baştan itibaren adım adım
yaşamaya, olacakları ve olup bitenleri sayfa sayfa okumaya başlıyor. Zaman
2.Dünya Savaşı başlangıcı ve yılları.
Mika Varşova’nın Yahudi semtindeki yaşamlarını anlatıyor.
Almanların Polonya’yı işgal etmeye başladıklarını ve Varşova’da Yahudi gettosundaki işgalin ve Alman askerlerinin postal seslerini duyuyoruz kitabın ilk sayfalarından itibaren. Sonrasında Mika'nın, büyük babasının o büyülü paltosunun yeni sahibi olmasıyla hareketleniyor kitap. Zira artık sıra dışı karakterler dâhil oluyor Mika’nın ve ailesinin hayatlarına:
Elbette ki kitabın ana karakterlerinden sayabileceğimiz Kuklalar!
Almanların Polonya’yı işgal etmeye başladıklarını ve Varşova’da Yahudi gettosundaki işgalin ve Alman askerlerinin postal seslerini duyuyoruz kitabın ilk sayfalarından itibaren. Sonrasında Mika'nın, büyük babasının o büyülü paltosunun yeni sahibi olmasıyla hareketleniyor kitap. Zira artık sıra dışı karakterler dâhil oluyor Mika’nın ve ailesinin hayatlarına:
Elbette ki kitabın ana karakterlerinden sayabileceğimiz Kuklalar!
İlk başlarda sadece vakit geçirecek birer oyuncak olan
kuklalar, sonrasında birer oyuncak olmaktan çıkıyor ve gettodaki zorlu yaşama
umut oluyor. O kadar acının ki; burada anlatarak içinizi dağlamak istemiyorum,
ızdırabın içinde gettodaki insanların yaşamına birer umut ışığı oluyor.
Lakin Mika’nın yaşamına bir gün ansızın Max denen Alman
bir asker giriyor ve her şey daha da beter bir hal alıyor. Ama Max savaş
bittiğinde bile Mika'yı hatırlayan belki de tek kişi.
Mika’nın ve Max’in yani savaş mağduru ile işgalcinin
yaşadıkları acı hayat mücadelesini okuyoruz. Bunlar elbette ki sıradan hayat
mücadeleleri değil.
Yaşamla ölüm arasında gidip gelinen ve yaşamın pamuk
ipliğine bağlı olduğu zamanlar.
Kitabı okuyacak olanların okuma keyfini kaçırmamak için
kitabın içeriğine fazla girmeden kısaca bir eseri özetlemeye çalıştım.
Şimdi gelelim kitapla
ilgili şahsi düşüncelerime:
Alman Asılı yazar Eva Weaver üzerinde çok fazla kitabın
yazıldığı bildik bir hikâyeyi yani 2.Dünya Savaşı yıllarını ele alan bir eser
yazıyor. Eserde Polonya Yahudilerinden bir ailenin başından geçenleri, savaşın
acımasızlığını, Yahudilere yapılan adaletsizliği elinden geldiğince tüm
çıplaklığıyla anlatmaya gayret göstermiş. Bu konuda yazılmış daha dehşet verici
kitaplar okuduğum için çok fazla etkilendim diyemem. Beni asıl etkileyem Alman
asker Max’in Sibirya’daki askeri kamptan kaçarak memleketi Almanya’ya ulaşana
kadar yaşadıkları, çektiği acılar ve savaştan duyduğu pişmanlıklardı.
Yazar konuyu sade ve anlaşılır bir dille okuyucuya
aktarırken onu hem sıkmamayı hem de olayların içinde tutmayı çoğunlukla
başarıyor. Dönem dönem bazı bölümlerinde sıkılmadım dersem de yalan olmaz.
Politik olarak konuya bakmayı pek sevmesem de bir iki söz
söylemeden de geçemeyeceğim. Bu kadar acı çekmiş milletlerin hala kendilerinin
başka milletlere kendi yaşadıklarının kat be kat fazlasını uygulamaları da
akıllara zarar bir davranış olsa gerek. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Ne
ekersen onu biçersin.
Kitabın okunması konusuna gelince: Albenisi yüksek bir
kapak tasarımı ve arka kapak içeriği.
Ama beklentime cevap vermeyen, beni içine çekemeyen, açıkçası çok tatmin
etmeyen bir eser. Benim için sıradandı.
1 Temmuz 2017 Cumartesi
Kitap: Badem Ağacı
Kitap
Hakkında:
Yazarı:
Michelle Cohen CORASANTI
Çevirmen
:İrem Sağlamer
Sayfa
Sayısı: 384
Baskı
Yılı: 2015
Yayınevi: Pegasus
Fiyatı:28
TL
Puanım:
80
Hayatı:
1966
yılında Amerika’da doğan Corasanti Yahudi asıllı Amerikalıdır. On altı yaşına
geldiğinde ailesi onu İbranice öğrenmesi, Yahudi kültürünü tanıması ve dini
eğitim alması için İsrail'e gönderir. İsrail’de yedi yıl kalır. Bu süre
içerisinde Kudüs İbrani Üniversitesi’nde yüksek öğrenim görür.
Bununla
yetinmeyip, Amerika’ya döndüğünde ve Harvard Üniversitesi'nde hukuk fakültesine
girer ve buradan insan hakları hukuku konusunda eğitimli bir avukat olarak
mezun olur. Yahudi asıllı Amerikalı olarak Fransa, İspanya, Mısır, İngiltere’de
de yaşayan Coasanti halen ailesi ile birlikte New York'ta hayatını
sürdürmektedir. Badem Ağacı onun ilk romanıdır.
Bir
nefeslik umut, masum bir çığlık ve acılara rağmen uçurumun kenarına sıkıca
tutunan küçücük eller…
Ahmed
Hamit, keskin zekâsıyla etrafındaki herkesi kendine hayran bırakan sekiz
yaşında bir çocuktur. Fakat Filistin'in işgal altındaki topraklarında yaşayan
ailesini ve sevdiklerini kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmez. Üstelik her
şeylerini kaybetme korkusuyla geçip giden günler umutlarını biraz daha
söndürmektedir. Ve Ahmed on ikinci yaşına bastığında kâbuslar gerçeğe dönüşür.
Babası tutuklanır, evleri yerle bir edilir ve kardeşleri çatışmaların
körüklediği nefrete yenik düşer. Fakir ve yok olmaya mahkûm ailesini kurtarmak
için Ahmed'in yapabileceği tek şey ise zekâsını kullandığı ilham verici bir
hayat yolculuğuna çıkmaktır. Bu yolda, şiddetin ve kaybın o acımasız hissi
hüküm sürecek, küçücük bir umut ışığı bile çöldeki bir su damlası kadar değerli
olacaktır… Badem Ağacı dünyanın önyargılarla tanıdığı, akıl almaz acılarla yaşayan
Filistin halkının cesaret ve inanç dolu öyküsünü tüm gerçekliğiyle
haykırıyor.
"İlk
sayfasıyla sizi yakalayan ve kimseyi suçlamadan yüreğinizi Filistinliler için
çarptıran bir hikâye. Politik çekişmeler barış getirmiyor, mucizeyi bir roman
yaratıyor."
-Huffington
Post-
"Nefessiz
kaldım. Gözyaşlarımı tutamayacak kadar etkilendim."
-Esotericphoenix.wordpress.com-
"Herkesin
okuması gereken bir hikâye. Sizi en başından etkisi altına alacak."
-Wanda's
Reviews-
"Harikulade
ve etkili… İnsan olmanın gerçekten ne olduğuna dair gerçekçi ve bütünlüklü bir
kurgu. Eğer İsrail ve Filistin arasında bir barış olacaksa bu ancak böyle
romanlar sayesinde gerçekleşecek… Bu kitap, okuyanlarının kalbinde ve ruhunda
uzun süre yankılanacak… Bazı kitaplar insanları derinlemesine etkiler, işte
Badem Ağacı da onlardan biri."
-Les
Edgerton-
"Yeryüzündeki
tüm insanların kalbine dokunabilecek bir kitap."
-The
Author's Blog-
"İnandırıcılığı
çok yüksek bir roman. Karakterler çok iyi işlenmiş ve her şey bir film gibi
gözlerimin önünde canlanıyor… Fedakârlık, mücadele, acı, işkence ve zorlukların
çok dokunaklı bir hikâyesi." -Metro Reader-
Badem
Ağacı ilk sayfasından size içine çekiyor ve bir daha da bırakmıyor. Bu, hayal
bile edilemeyecek bir trajedinin ortasındaki azim ve umudun çok güzel
anlatılmış heyecanlı bir hikâyesi."
-Honey
Lemon Tea Blog-
"Uzun
zamandır hiçbir kitap beni Badem Ağacı kadar etkilemedi ve gözyaşlarımı
akıtmadı."
-E-book
Review-
(Tanıtım
Bülteninden)
Kitabın
Analizi & Yorum:
Yıllar
yıllar önce ilkokul birinci sınıfta okuyordum ve bir bayram tatiline denk
gelmişti. Annem bu tatilde kardeşlerimle birlikte hepimizi dayımın yanına
götürmeye karar verdi. Dayım Çukurova’nın verimli ovalarının bir köyünde
ilkokul öğretmeniydi. Velhasıl köy minibüsüne binip şehre geldik. Buradan da
dayımın kaldığı köye giden minibüse binerek köye ulaşmıştık. Yaklaşık iki
saatlik bir yolculuğun ardından nihayet okulun önünde araçtan indik. Zira dayım
okulun lojmanında eşi ve küçük kuzenimle yaşıyordu. Lojman okulun hemen
arkasındaki geniş bir bahçenin içerisindeydi. Hoş beş, el öpmeler, hasret
gidermelerden sonra çocukluk işte sıkıldım ve bahçeye çıktım. Etrafı incelemeye
koyuldum. Bahçedeki otlar boyumcaydı. Her yerde kır çiçekleri açmıştı. Bahçenin
tam ortasındaki büyük ve gösterişli bir ağaç dikkatimden kaçmadı. Hızla ağaca
doğru koşmaya başladım.
Ağacın
altına geldim ve ağacı aşağıdan yukarıya doğru inceledim. Bugüne kadar hiç
görmediğim güzel bir ağaçtı ve üzerinde ilk defa gördüğüm meyveler vardı.
Merakımın önüne daha fazla geçemedim ve bir çırpıda ağaca tırmandım.
Dallarda
asılı duran yemyeşil oval meyvelerin en irisinden bir tane koparıp yemeye
başladım. Tadı fena değildi. Tazecikti. Hoşuma gitti. Birkaç tane yedikten
sonra sağ ve sol ceplerimi ilk kez gördüğüm bu meyveyle doldurup ağaçtan inip
hızla dayıma, eve koşturdum. Cebimdeki meyveleri çıkarıp önlerine koydum. Dayım ve yengem çok şaşırdılar. Bunu nereden
buldun diye sordular. Ben de bahçedeki kocaman ağaçtan topladığımı söyledim.
Şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Zira hemen yanı başlarında yıllardır duran bu
badem ağacını şimdiye kadar neden hiç fark etmedikleri konusunda kendi
kendilerine sitem ettiler. İşte o zaman bu meyvenin badem olduğunu öğrenmiştim.
Şimdi
gelelim şu güzel kapaklı kitaba.
Öncelikle
kitabın kısa bir özetini yazmayacağım. Sebebi de kitabın her satırıyla okunması
gerektiği. Romanımızın kahramanı Filistinli Ahmed Hamid’in çocukluluğundan
başlayıp ta yaşlılık dönemine değin geçen zaman diliminde Filistin halkının
acı, ızdırap, açlık, sefalet, cesaret ve inanç dolu öyküsünü tüm gerçekliği ile
başından sonuna kadar anlatıyor. Bu kitabı okurken dünya üzerinde halen savaş
içerisinde olan ülkeleri düşünmeden de edemedim. Onların hayatta kalmak
için ne kadar özveri ve direnç gösterdiklerini şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar
için hayatta kalmak gerçekten çok zor. Yüce Mevla’m kimseyi ülkesinden,
evinden, ailesinden ayırmasın.
Yazarın
başkahramanı Ahmet Hamid henüz daha 8 yaşındayken yaşadıkları ev İsrailli
askerler tarafından yıkılır ve karşı çıkan babası tutuklanır. 14 yıl hapse
mahkûm edilir.
Artık
kalabalık ailesine bakabilecek evin en büyüğü 8 yaşındaki Ahmed’tir.
Kitabı
okudukça zavallı çocuk Ahmed’in nasıl büyük bir adam olduğunu yürek burkularak
içinde yaşıyor insan.
Okuma
esnasında Filistin halkının 1960’lardan itibaren kendi topraklarında verdiği
var olma mücadelesine tanık olurken, ayrıca bir babanın oğlu ve ailesi için ne
büyük acılara katlanabileceği, küçük yaşta büyük sorumluluklar almak zorunda
kalan çocukları, cefakâr anneleri ve fedakâr babaları görüp duygu seline
kapılıyor insan.
Kitap,
okuyanı derinden etkilerken, karakterlerin ve olay kurgusunun bir ahenk içinde
ele alındığı dikkatlerden kaçmıyor. Okuyucu adeta bir dram filmi
izliyormuşçasına hikâyenin içine çekiliyor. Her ne kadar insan havsalasının
alamayacağı boyutta acıyla yoğrulmuş olsa da kitap, sonunun en azından güzel
bittiğini dayanamayıp söyleyeceğim.
Belki
de nasıl olur, nasıl güzel bir sonla bitebilir diyenler olacak ve merak edip
alacaklardır.
Yazarın
kısmen kendisini de kitabın içerisine koyduğunu tahmin ediyorum. Akıcı ve
anlaşılır dili yanı sıra Filistin ve Arap yaşam ve kültürü konusunda da fikir
sahibi oluyor insan.
Yalnız
kitabın bazı bölümlerinde yazarın ideolojik bazı fikirlerini dolaylı da olsa
okuyucuya empoze etmeye kalkışmış olması, kitabın en büyük kusuruydu bence. Yine
de okunabilecek bir kitap diye düşünüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)