Sayfalar

17 Aralık 2017 Pazar

Söz: Masum Değiliz


"Diğer insanların davranışlarını anlamaya çalışarak kendinizi yormayın;
 zira hiç kimse masum değil ve herkes suçlu değil."              -Y. Saldık-

10 Kasım 2017 Cuma

10 Kasım: Seni Arıyorum


Büyük Önder, büyük Devlet Adamı, büyük kumandan ve asrın askeri dehası 
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ü saygı, minnet, şükran ve rahmetle anıyoruz...
RUHUN ŞAD OLSUN ATAM

29 Ekim 2017 Pazar

94. YILI :Cumhuriyet Bayramı


Türk toplumu millet mücadelesini, üzerinde hür ve bağımsız yaşayabilecek bir vatan için başlatmış ve başarıya ulaşmıştır. Düşmanlara karşı kazanılan zaferlerin neticesinde bunu Cumhuriyetle güven altına almıştır. 

Cumhuriyet, Türk tarihinde, Türk’ün açtığı bir devirdir. Bu devrin açılmasında önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk ve tüm silah arkadaşlarını ve şüheda Mehmetçiklerimizi minnetle anıyoruz. 
CUMHURİYET BAYRAMIMIZIN 
94. YILI KUTLU OLSUN  

19 Ekim 2017 Perşembe

Anne Annedir

Bir anne her zaman, her yerde, her koşulda annedir. Küçük bir parkın kenarında duran bodur bir ağacın dalına tünemiş bu dişi yarasa tesadüfen ve biraz da benim gözlemci karakterim sayesinde kadrajıma takıldı.

Herşeyden habersiz uyuyordu. Fakat yalnız değildi. Kanadının altında korumaya aldığı yavrusunu aynı zamanda emziriyordu.

Bu manzarayı görüpte bu güzelliği veren Rabbime şükretmemek ne mümkün. Elhamdülillah


5 Ekim 2017 Perşembe

ACIYA GÜLEN ÇOCUKTUK

ACIYA GÜLEN ÇOCUKTUK

Düşünce dizlerimiz kanardı küçükken, derimiz sıyrılır kıpkırmızı ciğer gibi olurdu dizkapaklarımız. Görüntüsünden acıyı unutur gülerdik; bu öyle bildiğimiz gülmelere hiç benzemezdi, ağlamakla karışık çocukça bir gülmeydi bu. Dışarıdan birisi görse deli bu çocuk derdi belkide. Varsın desinler, kim takar. Biz acıya gülen çocuklardık işte o zamanlar.

Ya şimdi ciğerlerimiz dağlanıyor görünce, düşününce, düşmeden acıyor sol yanımız. Televizyonda dünyadan haberleri izlerken. İnsanın insana, insanın hayvanlara yaptıklarını gördükçe Kabil'in Habil'e yaptıkları çok basit kalıyor. Bilmiyorum belki de sadece benim sol yanım acıyor. Diğer insanlarınkisi yerli yerinde belkide.

Oysa eskiden elde edemediklerimize değil, kavuştuklarımza sevinçten ağlardık. Ağlayınca gözlerimiz yanardı, yüreğimizi yakacak, ruhumuzu incitecek pek fazla acımız olmasa da elhamdülillah. Düşlerimiz ipince, masmaviydi o zamanlar. Şimdi içine alıp da boğuyor beni her düşünce. İtiliverse ortasından kırılıveren narin düşüncelerimiz vardı çocukken. Şimdi tanklar geçiyor da insanlığın üstünden, bırakın kırılı vermeyi, ruhu kıpırdamıyor adeta. Yoksa, ben hala kabul etmemeye çalışsam da, ruhumu kirlendi gerçekten insanlığın.

Oysa eskiden düşüncelerimiz üşürdü sadece acılar karşısında. Onuda bir olup bölüşürdük o vakitlerde. Yağmurlara tutunurduk biz küçükken, yağmur ☔ bizi severdi okşardı yüzümüzü, zarar vermezdi bize. Sonra toprakla kucaklaşır akıp giderdi küçük derelerde. İşte bu derelerde oynardık, yağmur suyunun içinde; çoğu zaman yalınayak, bazen de ayaklarımızda lastik çizmelerle. Ayaklarımız üşürdü, fakat farketmezdik biz bunu. Üstümüz başımız kirlenirdi de düşüncelerimiz kirlenmezdi, o hep pak kalırdı ruhumuz gibi.

İki gün önce gece, sonbaharın ilk yağmuru yağdı buraya. Onun sesini duyar duymaz uyandım, hemen pencereye koştum ve sokağı seyrettim. Penceremin altından akan yağmur suyuna baktım; kirlettiğimiz şehrin ve kirlenen düşüncelerimizin kirini alıp götürüyor mu diye. Ama bu yağmur bile temizleyememişti kirli düşüncelerimizi. O, kalplerimizde kalakalmıştı bu sefer de yine.
Hevesim kırılmış bir şekilde uzandım yatağa. Yine de o eski dost yağmurun şefkatli ninni sesiyle dalmışım uykuya... 

Çocukken, düşünce yalnız acıyan ellerimizin acısının dünde kalan umuduyla uyanmak istiyorum yarınlara. Tertemiz bir dünya, sol yanı acımayan mutlu çocuklar görebilmek istiyorum yarınlarda...

PAK YÜREKLER, TERTEMİZ VİCDANLAR, UMUT DOLU ACISIZ GÜNLER OLSUN...


10 Eylül 2017 Pazar

Çocukça Rüyalar

ÇOCUKÇA RÜYALAR
Uzun bir aradan sonra bugün yine doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim köyümdeyim. Tek bir fark var, bugün artık çocuk değilim. Yetişkin, genç bir adam olarak köyümdeyim.  Ayak bastığım andan itibaren yaşadığım şehre dönüşü düşünmüyorum. Oh! Zaman ve iletişim araçlarıyla da bir bağlantım yok.  Horozların sesiyle uyanır uyanmaz kırlara çıkıyorum. Ana yolda bir müddet yürüdükten sonra bilmediğim bir patika yola giriyorum.

Yaşadığım şehirde görmediğim ve karşılaşma ihtimalimin dahi olmadığı bitki türlerini hayranlıkla izliyor ve nemli bir sabahla karşılaşıyorum. Her yerde alabildiğine yetişen çiçek ve yeşilliklerin üzerini çiğ tanecikleri kaplamış. Toprak dahi güneşin henüz yeni doğmuş olmasını fırsat bilerek gecenin ıslaklığını üzerinden atmamış. Yol aldığım patika, dere yataklarının eteklerinden bir aşağı, bir yukarı köyün dışında kıvrıla kıvrıla devam ediyor. Dilime, eski bir türkünün melodisi dolanıyor ve hafif hafif ıslık çalıyorum.

Gördüğüm her bir çiçek, dokunduğum her bir nebat düşüncelerimdeki açlığı doyurmaya şimdilik yetmiyor. Şu eşsiz ve muhteşem manzara karşısında mümkün olup olmayacağını bilmiyorum ama, doyumsuz yaşamı kucaklamak istiyorum.
Bilinçsizce takip ettiğim patika nihayet beni eşsiz bir düzlüğe çıkarıyor. Düzlüğün eşsizliği, gözün alabildiğine her dört bir tarafın kıpkırmızı gelincik bahçesi ve tam orta yerinde yükselen kocaman ve yemyeşil bir çam ağacının bu manzarayı tamamlıyor olmasından. Bu müstesna ve muhteşem manzara beni mutluluktan çılgına döndürüyor. Sevinçten ne yapacağımı şaşırıyor, başımı göğe kaldırarak kendi etrafımda dönmeye başlıyorum. Bir yandan da, beklemediği bir anda çok güzel bir oyuncağa kavuşmuş şen çocuklar gibi kahkahalar atarak gülüyorum. Uzun yıllardır hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum.  Beni bu şekilde gören birisi olsa kesinlikle çıldırmış olduğumu düşünür. Varsın deli sansınlar, en azından deli olduğumu düşünceklerinden kimse yanıma yaklaşarak beni rahatsız etmez. 


Yakınımda olacak ki, şakıyan güzel sesli bir kuş düşüncelerimden kurtulup kendime gelmemi sağlıyor. Bu sefer de, bu huri sesli kuşu görebilmek için, bütün vücudumla kulak kesilip sesin geldiği noktayı tam olarak tespit etmeye çalışıyorum. Etrafıma dikkatlice bakınmama rağmen bu güzel sesli kuşu göremiyorum. Bulunduğum yerde hiç kıpırdamadan duruyorum. Hareket ederek çıkaracağım ufak bir gürültünün bu güzel sesli kuşu ürkütüp bulunduğu yerden uçuracağını da biliyorum. Fakat çıt dahi çıkarmadığım halde sağımdan, yanıbaşımdan kuş uçuveriyor bir anda. Başımı çevirip baktığımda ise kuşun gökyüzünde çoktan yükselmiş olduğunu farkediyorum. Ama ne cins bir kuş olduğunu seçemiyorum. Ah bir görebilseydim diyerek iç geçiriyorum. Sonra da, varsın ben görememiş olayım ve özgürce uçup masmavi gökyüzünde kanat çırpsın diye kendimi avutuyorum.

Bütün bu güzelliklerden adeta mest olmuş bir halde vaktin nasıl geçtiğinden habersiz çam ağacının altında buluyorum kendimi. Sırtımı, bu perilerden daha güzel koyu yeşil yapraklı çam ağacının gövdesine dayayarak ayaklarımı çimenlerin üzerine uzatıyorum.
Derin bir nefes çekerek temiz ve serin oksijenle ciğerlerimin bayram etmesini sağlıyorum. Kısa bir süreliğine de olsa, içime misafir olan temiz hava şehrin kirli havasına alışmış olan  bedenimde  çok pozitif etki yaratıyor. Başım dönüyor. Gözlerimi kapatıyorum. 
Apansız, kulakları çınlatan mekanik bir ses gözlerimi açmama neden oluyor. Yastığımın yanıbaşında zır zır çalan masa saati vaktin altı olduğunu söylüyor, bu asabımı bozuyor. Bir anda, gördüğüm tatlı rüyanın büyüsü kayboluyor... :( 

5 Eylül 2017 Salı

Aynadaki Çocukluğum


Sabah uyandığımda, 2 gündür ağrıyan azı dişime bakmak için geçmiştim aslında aynanın karşısına. Ağrıyan bölgeyi tam olarak görüp kendi kendime teşhis koyacaktım. Ve sonrasında Diş hekimine gitmenin şart olması durumunda tedavi sırasında ne derecede ağrıya katlanmam gerektiğini tespit edecektim.

Ama tam da öyle olmadı. Ağzımı açtığımda azı dişimi görmüştüm, fakat gördüğüm başka bir şey daha dikkatimi çekmişti aynada. Solgun bir yüz ve uykusuzluktan  donuk donuk bakan gözler. Göz bebeklerime bakarken bir anda çocukluğumla karşılaştım aynada. Umut dolu, henüz feri sönmemiş gözlerle bakan ben vardı benim karşımda. Oysa az evvel umutları kaybolmaya yüz tutmuş genç bir adamın gözlerini görmüştüm.
 Halbuki şimdi tüm umutlarımı henüz yitirmemiş olsam da çocukluğumdaki benden birçok şey gitmişti sanki. Geçen onca yıl neleri alıp götürdü, zamanın benden alıp götürdükleri nerede diye sordum kendi kendime. Nerede kaldı ideallerim; nerede ve ne zaman kaybettim ben onları?
Bu esnada aynadaki çocuk benle tekrardan göz göze geldim bir anda. Elimde ayyıldızlı kırmızı bayrakla 23 Nisan Bayramı'nda eğleniyordum. Sonra bir sınıfta bilgi yarışmasındaki hırslı beni, sağımda ve solumda oturan azimli arkadaşlarımı gördüm. Sonra görüntü değişti ve geniş bir meydanda saklambaç oynarken gördüm çocuk beni, sonra bir anda sokağın köşesinden kopan bir çığlık: Öğretmen geliyor. Çil yavrusu gibi her birimiz bir yana saklanıvermiştik bir anda.
 Öğretmenimizden korktuğumuzdan değildi tam da yaptığımız. Sayğımız büyüktü ona... Dersimize çalışmayıp da aylaklık yaptığımızdan sert fakat şefkat dolu bir dille alacağımız nasihattendi çekincemiz. Halbuki yoktu böyle bir şey aslında. Bizim çocukça düşüncemizdi sadece. O bizi çocukları kadar severdi ve bunu biz de bilirdik aslında. 
Öyle olmasaydı, kuşluk vakti, sabahın beşinde Öğretmenim beni kucağına alıp dünyanın en iyi boksörü Muhammed Ali'nin boks müsabakasını  birlikte izlemezdi sanırım. 
Sonra ansızın aynadaki çocuk ben kayboldu sisler içinde. İşte o anda dişimin ağrıdığını tekrardan fark ettim.

Sahi nereye gitmişti çocukluğum? Ne zaman kaybolmuştu ideallerim? Zaman mı çalmıştı, yoksa zaman içinde ben mi kaybetmiştim onları? Sahi bulan gören var mı kaybolan umutları?

2 Eylül 2017 Cumartesi

BAYRAMLAR BAYRAM, İNSANALAR İNSAN OLSA

BAYRAMLAR BAYRAM, İNSANALAR İNSAN OLSA
Ah be Hocam! Yazma vakti geldi yine. Nereden mi biliyorum? Biliyorum işte. Ne yapsam da söndüremediğim bir yangın var yüreğimde. İçim yanıyor. Alıyorum kalemimi aziz dostumu, sırdaşımı elime.
Oysa o benden de dertli, başlıyor bembeyaz kağıt üzerinde hayatı karalıyor habire. Neler yazmıyor ki; önce eski bayramlardaki çocuklardan bahsediyor:
Çocuklar, bayram sabahı en güzel, en temiz elbiselerini giymiş, ayaklarında gıcır gıcır ayakkabıları ve her birinin ellerinde küçük birer naylon torbalarıyla rengarenk birer güvercin sürüsü gibi sokaktaki tüm kapıları tıklatıp el öpen ay yüzlü şirin çocuklar. Her bir evden aldıkları kendileri kadar tatlı şekerleri ellerindeki torbalara atıp bir sonraki kapıya koşan çocuklar.


Ucu körelmeye başlasa da elimdeki kurşun kalem mola vermeden yazmaya devam ediyor.
Ah be Hocam! Ya şimdiki bayramlar, çocuklar, evler avlular; kapılar kapalı, kilitli, sürgülü. Ya çocuklar, sahi onları göreniniz var mı bayramlarda? Onlar da kapalı odalarda... Ellerine bizzati alıp tutuşturduğumuz kaç milyonluk oyuncaklarıyla. Yedikleri elvan çeşit çikolata, pasta, gofret ve cipsler önlerinde yemedikleri ev yemekleri mutfakta tencerede...
Hangi çocuk bilmem hangi şekeri hak etmek için neden öpsün hangi büyüğün ellerini... Değil mi ya... O körpe yaramaz çocuklarımızın gün içinde yeni neye ihtiyacı var, hangi bayram şekerinin özlemini kaç ay değil kaç dakika duyacak kadar zaman geçecek ki sevinsin garibim bir bayram şekeriyle. Öyle bir şekerle avutulacak çocuklar kalmadı, kalmadı çocukluklar; hepsi eskidendi, yaşandı bitti...
Yazmaya devam ediyor, hızını alamıyor kalemim, tıpkı bayram tatilinde otoyollarda hız limitlerini altüst eden arabalar gibi... Hızını alamayan arabalar değil aslında; arabaların ön koltuğuna oturttuğumuz trafik canavarları. Bir önünde giden aracı mutlaka geçmesi ve birinci sıraya yerleşmesi gerekir. Ama bilmiyor ki, kendini en önde gidiyor sandığında bile ondan önde gidenler var yollarda. Ne önde gidenler biter, ne de yollar tükenir bu dünyada. Böyle vurdumduymaz, böyle kural tanımaz ve canları böyle yok saydığında  biter bu yollar ve de biter, bitmez sanılan ömür bir anda. İşte o zaman her şey için çook geçtir. Sen de bitersin, geride bıraktıklarında biter.
Bak eskiden olduğu gibi bardaktan boşanırcasına yağmıyor yağmur Çukurova'da. Aylardır sarı sıcak kavuruyor düz ovayı. Sokakların kiri kurudu kaldırımlarda; bir de yüreklerimizdeki kin ve kir katmerlendi son yıllarda.
Her kurban bayramı sonrası yağmur yağardı eskiden, şimdilerde bir damla yağmura hasret bekleşiyoruz kapalı odalarda. Ah bir yağmur yağsa, yağsa be Hocam, sokaklardaki kiri yumuşatsa, yüreğimizdeki kini ve kiri yıkasa, alıp götürse insanlıktan uzaklara... Her şey eskiden olduğu gibi güzel olsa. Bayramlar bayram gibi olsa, çocuklar hep çocuk kalsa, bir de insanlar eskisi gibi insan olsa. Ne güzel olur ya...

1 Eylül 2017 Cuma

Kurban Bayramı 2017


Sevin içinizden geldiği için, 
sayın değer verdiğiniz için, 
paylaşın kardeşlik için, 
verin sadece Allah için…

MUTLU, HUZURLU ve 
SAĞLIK dolu bir BAYRAM OLSUN inşallah...

30 Ağustos 2017 Çarşamba

30 Ağustos Zafer Bayramı (2017)

Zaferleri büyük ve kalıcı kılan yüce milletler ve üstün liderlerle kazanılmasındandır. Dünya üzerinde başkasının toprağında gözü olmayan ve kendi kutsal emanet ve değerleri uğruna mücadele eden tek millet TÜRK MİLLETİ'dir. Seçilmiş Türk Milletine liderlik eden MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'se deha bir liderdir. Onun silah arkadaşları ve tüm askerleri en şerefli askerlerdir. Hepsini minnet ve rahmetle anıyoruz. Ruhları Şad olsun.

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN... 
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!






































NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

Dağ, taş, ova hepsi benim düzüm,                      
Kimsenin toprağında yok gözüm,                              
Başım dik, Hakka dönük pak yüzüm,                            
Bayrağım, Vatanım benim özüm,                     
Düşmana söylenecek tek sözüm:                         
Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene!

Şahin olur yükseklerde uçarım,                        
Çakalları sisler içinde de seçerim,                  
Düşman siperini yıkar geçerim,                   
Bayrağım, Vatanım benim özüm,                    
Düşmana söylenecek tek sözüm:                        
Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene!

Alparslan'la Malazgirt’te taç aldık,                          
Atatürk'ten emir, imanımızdan güç aldık,                
Yedi düvelden Dumlupınar'da öç aldık,  
Bayrağım, Vatanım benim özüm,                    
Düşmana söylenecek tek sözüm:                       
Ne Mutlu TÜRKÜM Diyene!  

   -Yaşar SALDIK 30Ağu'2017-

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Tabiat Sevgisi



Tabiat o kadar çok renkli ki başımızı çevirip şöyle etrafımıza bir bakınmamız yeterli. Çevremizdeki her bir canlının ve nesnenin bir rengi var. Ama tabiata hakim olan ana renkler yeşil ve mavidir.  Ben her ikisine de aşığım. Neden? Çünkü her ikisi de insana huzur veriyor ve rahatlatıyor.

Her ikisi de iç açıcı ve güven veren renklerdir. Aynı zamanda umudu, yeniliği, gençleşmeyi ve yeniden canlanmayı çağrıştırır. Bunun yanı sıra paylaşımın, cömertliğin ve uyumun renkleridir yeşil ve mavi. Ben de her ikisini birlikte kucakladım bu karede.


Bu arada Size bir de sır vereyim: Bilim insanları yeşil ve mavi rengi seven insanların genellikle üretken, çevresiyle uyumlu, içten ve doğayı seven insanlar olduğunu, aynı zamanda hareketlerinde dengeli ve düzenli olduklarını söylüyorlar... 

13 Ağustos 2017 Pazar

Kitap: İKRA

 

Kitap Hakkında:
Yazarı: Murat Serdar Aslantürk
Yayınevi: Arunas Yayıncılık
Sayfa Sayısı : 248
İlk Baskı Yılı : 2012
Ücreti: 12 TL
Ne buldum: Beklentime %100 cevap aldım diyemem,  ama beklentim güzergâhında seyretmiş olması da beni yanıltmadı.

Puanım: 80

Yazar Hakkında:
Murat Serdar Arslantürk  2 Temmuz 1978 de  Ankara’da dünyaya geldi.  Şair, yazar ve öğretmendir. Lise öğrenimini Fethiye Kemal Mumcu Anadolu Lisesi'nde yapmıştır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümlerinden mezun olmuştur. Ankara'daki çeşitli okullarda öğretmenlik de yapmıştır. İlk şiirleri Antoloji isimli sitede yayımlanmıştır. Daha sonra Edebiyat sitesinde öykü ve denemeleri yayınlanmıştır. Edebiyat Dünyası sitesinde yayınladığı özgün öyküleri ile beğeni toplayan yazar, Kara kitap sitesinde köşe yazıları da yazmıştır. 2006 yılında Kadın Eli Değmiş Öyküler isimli e-kitabıyla Uluslararası Edebiyat Derneği İlham Ödülü almaya hak kazanmıştır. 

Arka Kapaktan:
Allah (c.c.) sizinle konuşsaydı, inanmazdınız. Bu yüzden size harfler, ötreler ve alfabeler verdi.
Böylece yazıldınız. Oku...
İrfan, karısı Fazilet’in aylar önce getirip masasına koyduğu kenarları kıvrılmış defterlerin içindeki acayip şekillerin, düzensiz çizgilerin, biçimsiz sembollerin ve acemi karalamaların uzun bir günlüğe ait olduğunu çözmüş ve günlükte yazanlardan bir öykü oluşturmayı başarmıştı. Fakat ne kadar uğraşmış olsa da satırlardaki gizemli boşluklar birer nazlı tılsım gibi sayfalarda kalmış ve ne yaparsa yapsın, hala kelimeleri yerli yerine koyamamıştı. Hâlbuki çocuk bunları nasıl yazdıysa, genç şifre bilimci de öyle okumalıydı. Hatta O’nun gibi susmalı ve kelimeleri susarak aramalıydı. Çünkü marifetli sözcükler sadece sessizlikte belirirler. Susup ‘söze’ kulak verirse boşluklar dolacak; görmüyordu… Çünkü Allah iyidir ama Şeytan bunu diliyle yapar; bilmiyordu… 

Kitabın Analiz ve Yorum:
Genellikle kitap alırken sezgilerime ve iç sesime kulak veririm. Bu kitabı alırken tam böyle olmadı ve kitap beni seçti. Elbette ki bu bir tesadüf anlamına gelmiyor. İKRA önce ismiyle dikkatimi çekti.
Kitabı ilk elime alıp incelerken arka kapaktaki şu cümle çok dikkatimi çekti ve beni etkiledi:''Allah (c.c) sizinle konuşsaydı, inanamazdınız.

Son zamanlarda büyük keyif alarak okuduğum etkileyici kitaplardan birisiydi. Özellikle kitabın gelişme bölümüne geçtikten sonrasında daha da etkilenmeye ve merakım artmaya başladı. Yazarın yalın ve anlaşılır dili okunmasını kolaylaştıran etkenlerden birisi. Lakin bazen bu basitlik insanı sıkmıyor da değil hani. Bunu da anti parantez söylemek gerekir. Bunun dışında kitaba olumsuz anlamda söyleyecek pek bir şey bulmak güç. Yapmacık, sıradan popülaritesi şişirilmiş konu ve kahraman bekleyenlerin okuyacağı bir kitap değil elbette. Zira bu tip okuyucuların okuyacağı malum kitaplar belli elbette. O tip malum kitapları okuyanlara da saygım sonsuz. Siz yeter ki okuyun :)

Kapakları zehirli şekerler gibi bir albeniyle pof poflanmış kitaplar yerine güzel, hoşça vakit geçirmek ve öz benliğinizi arama ihtiyacı duyacağınız bir kitap okumayı tercih etmek isterseniz ki isteyin, televizyon izlemek yerine bu kitabı alıp ailecek çocuklarınızla birlikte arkası yarın tadında hiç düşünmeden okuyun. Çünkü okunmayı hak eden bir kitap. Tavsiyemdir...
Sekiz yaşındaki bir çocuğun suskunluğunun ardındaki gizem nedir. İkra bu zifiri sessiz karanlıktan sıyrılıp aydınlık şafağa ulaşacak mı acaba? Aydınlığa ulaşmak bu kadar zor mu? Ya tesadüf denilen kelimenin şeytanın bir hilesi olduğuna ne dersiniz? Yoksa Siz de Kaderci misiniz?
Hiç düşündünüz mü: neden hep çocuk kalsaydım, hiç büyümeseydim deriz?
Çocukların saf tertemiz kalpleri olağanüstü güzellikleri yetişkinlerden daha net görüyor diyebilirsiniz…
O halde büyüyünce insan insanlığından mı uzaklaşıyor? Sebep bu mu? Çözümü yok mu bunun…
Bu soruların cevabını bu kitabın satırlarına bakarak değil, kelimeleri görerek ve yüreğinizde hissederek okursanız bulacaksınız. Ben bulabildim. Eminim Sizler de bulacaksınız. Size güveniyorum.
Sözü fazla uzattım galiba. Şimdi gelelim kitabın konusuna:
Sekiz yaşındaki erkek çocuğu kahramanımız İkra, annesi ile bir şehrin varoş kesiminde küçük bir evde yaşamaktadır. Annesi Zehra henüz daha yirmi ikisinde gönlünü bir şoföre kaptırır ve ailesinin rızası olmadan onunla kaçarak ailesini terk eder. Bu iki genç evlenirler ve güzel ayların ardından adam Zehra’yı bebeği ile terk eder. Zehra çocuğuyla yalnız kalmıştır. Zehra’nın başka bir sorunu da vardır ki bu da oğlu İkra’nın doğuştan konuşamayan bir çocuk ve disleksi hastası olmasıdır.
Zehra her şeyi kader olarak kabullenmiştir. Kendisine bir fabrikada iş bulur. Bu iş yerinde aşçı olarak çalışmaktadır. Hayatını bu şekilde devam ettirir ana oğul.
   
Evin bütün yükü zavallı Zehra'nın omuzlarına binmiştir. Kahramanımız İkra ise ta küçüklüğünden beri annesinin ona aldığı boş defterlere bir şeyler karalayarak vaktini geçirmektedir. Yalnız bu karalamalar, yazmalar bizim bildiğimiz yazımlara benzemez. Çocuk kendisine kendince bir alfabe oluşturmuştur. Zehra oğluyla iletişim kurabilmek için mecburen bu alfabeyi öğrenmiştir. İkra’nın annesi ile iletişimi bu şekilde başlar. İkra büyüdükçe defterine yeni şekiller çizerek annesine bunları anlatır. Zehra bu yazıların bazılarını anlasa da birçoğunu anlayamaz ve çözemez.

Bir gün komşusu Hamiyet Hanım’la İkra'nın dilinin çözülmesi için bir hocaya giderler. Orada İkra'nın yaşlarında olan bir kız çocuğu ile karşılaşırlar. Şeyma’da disleksi hastalığından muzdarip sevimli bir çocuktur. Bizimkiler Şeyma’nın ailesi ile tanışırlar. Daha sonra Şeyma’nın ailesi Zehra'ya kızının gittiği okula İkra'nın da gitmesini teklif ederler.
Zar zor geçinen Zehra ise ilk başlarda bu işe karşı çıkmak ister ama maddi açıdan Şeyma’nın ailesi ona destek olurlar ve İkra okula başlar. Olaylar burada gelişmeye başlar. İkra kendi kullandığı ilginç alfabeyi sınıfındaki çocuklara da öğretir. Çocukların tamamı hızlı bir şekilde bu alfabeyi öğrenirler. Okul yönetici si Faik Bey ve diğer öğretmenler bu durum karşısında çok şaşırırlar ve bu alfabenin incelenmesi için üniversite Profesörlerine başvururlar. 

Bu andan itibaren akıl almaz olaylar meydana gelmeye başlar. Zira bu alfabenin yüzyıllar öncesinde kullanılan Runik alfabesi olduğu ortaya çıkar. Hatta Sümer alfabesinden bile harf ve motifler vardır. Herkesi şaşkına çeviren ise yüzyıllar öncesine ait bu alfabeyi nasıl olur da küçücük bir çocuk öğrenmiş ve yazıyordur.  Bu olayın iç yüzü nasıl aydınlatılacaktır. 

İKRA’nın sırrı nasıl çözülecektir. Bu tüm hocaların ve profesörlerin kafasını aylarca kurcalar. Sonunda bir gün komşu Hamiyet hanımın kızı Fazilet Zehra’lara ziyarete gelir.
Fazilet’in gelmesi belki de sırrın çözümlenmesine sebep olacaktır. Bu sır nedir peki?

İşte roman bu kısa anlatımla sürüp gitmekte. Ama romanın sonu gerçekten çok etkileyici.
Yazar muhteşem büyüleyici bir finalle eserini bitiriyor.
Önemli bir konuda yazarımızın yazım tekniğinin kendine has bir teknik olduğunu da söyleyelim.
Bu teknik nedir burada söylemeyeceğim. Bu da kitap gibi sürpriz olsun. Kitap kurtları bu sırrı çözerler diye düşünüyorum.
Çok önemli bir dipnot da kitabı sadece gözünüzle değil kalbinizle de okursanız sırrı çözersiniz diye küçük bir de ipucu vereyim. Hadi bu da benden olsun:)

23 Temmuz 2017 Pazar

Kitap: Kuklacı Çocuk



Kitap Hakkında:
Kitabın Adı: Kuklacı Çocuk
Yazar: Eva Weaver
Çevirmen: Belgin Selen Haktanır
Yayınevi: Koridor Yayıncılık
Sayfa Sayısı : 381
İlk Baskı Yılı : 2014

Yazar Hakkında:
Hakkında çok fazla bilgi olmasa da
Yazar Eva Weaver Almanya'da doğmuştur. Uzun yıllar İngiltere'de yaşamış travma ve sanat terapisti olarak çalışmıştır. Daha sonra ilk romanı Kuklacı Çocuk ile ününü Avrupa’da duyurmuştur.

Arka Kapaktan:
Palto dikildiğinde on iki yaşındaydım. Terzimiz ve çok sevgili arkadaşımız Nathan, bu paltoyu 1938 senesinde, Mart ayının ilk haftasında büyük babam için dikti. Şehrimizin özgürlüğünü yaşadığı son haftaydı, bizim de. Hayatın en zor anında bile bir umut vardır. Ve bazen bu umut, küçük bir çocuğun yüreğine en yakın yerde hayatı selamlamayı bekleyen bir kuklanın verdiği umuttur. 
Büyükbabası Varşova gettosunda hayatını yitirdiğinde Mika'ya kalan yalnızca onun muhteşem paltosu değildi, aynı zamanda içi sırlarla dolu bir hazine de onun olmuştu. Mika, babasını kaybeden hasta kuzenini, daracık bir odada yaşamaya mahkum edilmiş komşularını eğlendirirken, kendini kukla gösterilerinin ortasında buluverir. O artık bütün gettonun yüzünü güldürmeyi başarabilen, aşık olduğunda yüreği kelebek gibi kanat çırpan kuklacı çocuktur. Ancak bu güzel tablo, bir Alman askerinin karşısına dikilmesi ve onu gizli bir hayatın içine çekmesiyle yerle bir olur. 
Yüreğinize dokunacak, sizi alıp uzaklara götürecek ve döndüğünüzde asla eskisi gibi hissetmeyeceksiniz. Savaşın acımasız yüzüne rağmen küçük mutlulukların aslında ne kadar büyük ve değerli olduğunu anlamanızı sağlayacak bir eser. 
(Tanıtım Bülteninden)

 Kitabın Analizi & Yorumum:

Eser, Mika adındaki kahramanımızın yaşlılık haliyle başlıyor. Mika 9-10 yaşlarından itibaren kızı Hannah’ın çocuğuna yani torununa anlatmaya başlıyor Varşova’nın gettosundaki yaşam hikâyesine.  Okuyucuda ilk baştan itibaren adım adım yaşamaya, olacakları ve olup bitenleri sayfa sayfa okumaya başlıyor. Zaman 2.Dünya Savaşı başlangıcı ve yılları.
Mika Varşova’nın Yahudi semtindeki yaşamlarını anlatıyor. 
Almanların Polonya’yı işgal etmeye başladıklarını ve Varşova’da Yahudi gettosundaki işgalin ve Alman askerlerinin postal seslerini duyuyoruz kitabın ilk sayfalarından itibaren. Sonrasında Mika'nın, büyük babasının o büyülü paltosunun yeni sahibi olmasıyla hareketleniyor kitap. Zira artık sıra dışı karakterler dâhil oluyor Mika’nın ve ailesinin hayatlarına: 
Elbette ki kitabın ana karakterlerinden sayabileceğimiz Kuklalar!
İlk başlarda sadece vakit geçirecek birer oyuncak olan kuklalar, sonrasında birer oyuncak olmaktan çıkıyor ve gettodaki zorlu yaşama umut oluyor. O kadar acının ki; burada anlatarak içinizi dağlamak istemiyorum, ızdırabın içinde gettodaki insanların yaşamına birer umut ışığı oluyor.
Lakin Mika’nın yaşamına bir gün ansızın Max denen Alman bir asker giriyor ve her şey daha da beter bir hal alıyor. Ama Max savaş bittiğinde bile Mika'yı hatırlayan belki de tek kişi.
Mika’nın ve Max’in yani savaş mağduru ile işgalcinin yaşadıkları acı hayat mücadelesini okuyoruz. Bunlar elbette ki sıradan hayat mücadeleleri değil.
Yaşamla ölüm arasında gidip gelinen ve yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu zamanlar.
Kitabı okuyacak olanların okuma keyfini kaçırmamak için kitabın içeriğine fazla girmeden kısaca bir eseri özetlemeye çalıştım.

Şimdi gelelim kitapla ilgili şahsi düşüncelerime:
Alman Asılı yazar Eva Weaver üzerinde çok fazla kitabın yazıldığı bildik bir hikâyeyi yani 2.Dünya Savaşı yıllarını ele alan bir eser yazıyor. Eserde Polonya Yahudilerinden bir ailenin başından geçenleri, savaşın acımasızlığını, Yahudilere yapılan adaletsizliği elinden geldiğince tüm çıplaklığıyla anlatmaya gayret göstermiş. Bu konuda yazılmış daha dehşet verici kitaplar okuduğum için çok fazla etkilendim diyemem. Beni asıl etkileyem Alman asker Max’in Sibirya’daki askeri kamptan kaçarak memleketi Almanya’ya ulaşana kadar yaşadıkları, çektiği acılar ve savaştan duyduğu pişmanlıklardı.
Yazar konuyu sade ve anlaşılır bir dille okuyucuya aktarırken onu hem sıkmamayı hem de olayların içinde tutmayı çoğunlukla başarıyor. Dönem dönem bazı bölümlerinde sıkılmadım dersem de yalan olmaz.
Politik olarak konuya bakmayı pek sevmesem de bir iki söz söylemeden de geçemeyeceğim. Bu kadar acı çekmiş milletlerin hala kendilerinin başka milletlere kendi yaşadıklarının kat be kat fazlasını uygulamaları da akıllara zarar bir davranış olsa gerek. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Ne ekersen onu biçersin.
Kitabın okunması konusuna gelince: Albenisi yüksek bir kapak tasarımı ve arka kapak içeriği.  Ama beklentime cevap vermeyen, beni içine çekemeyen, açıkçası çok tatmin etmeyen bir eser. Benim için sıradandı.

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Kitap: Badem Ağacı


Kitap Hakkında:
Yazarı: Michelle Cohen CORASANTI
Çevirmen :İrem Sağlamer
Sayfa Sayısı: 384
Baskı Yılı: 2015
Yayınevi: Pegasus
Fiyatı:28 TL

Puanım: 80

Hayatı:
1966 yılında Amerika’da doğan Corasanti Yahudi asıllı Amerikalıdır. On altı yaşına geldiğinde ailesi onu İbranice öğrenmesi, Yahudi kültürünü tanıması ve dini eğitim alması için İsrail'e gönderir. İsrail’de yedi yıl kalır. Bu süre içerisinde Kudüs İbrani Üniversitesi’nde yüksek öğrenim görür.
Bununla yetinmeyip, Amerika’ya döndüğünde ve Harvard Üniversitesi'nde hukuk fakültesine girer ve buradan insan hakları hukuku konusunda eğitimli bir avukat olarak mezun olur. Yahudi asıllı Amerikalı olarak Fransa, İspanya, Mısır, İngiltere’de de yaşayan Coasanti halen ailesi ile birlikte New York'ta hayatını sürdürmektedir. Badem Ağacı onun ilk romanıdır.

Bir nefeslik umut, masum bir çığlık ve acılara rağmen uçurumun kenarına sıkıca tutunan küçücük eller…

Ahmed Hamit, keskin zekâsıyla etrafındaki herkesi kendine hayran bırakan sekiz yaşında bir çocuktur. Fakat Filistin'in işgal altındaki topraklarında yaşayan ailesini ve sevdiklerini kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmez. Üstelik her şeylerini kaybetme korkusuyla geçip giden günler umutlarını biraz daha söndürmektedir. Ve Ahmed on ikinci yaşına bastığında kâbuslar gerçeğe dönüşür. Babası tutuklanır, evleri yerle bir edilir ve kardeşleri çatışmaların körüklediği nefrete yenik düşer. Fakir ve yok olmaya mahkûm ailesini kurtarmak için Ahmed'in yapabileceği tek şey ise zekâsını kullandığı ilham verici bir hayat yolculuğuna çıkmaktır. Bu yolda, şiddetin ve kaybın o acımasız hissi hüküm sürecek, küçücük bir umut ışığı bile çöldeki bir su damlası kadar değerli olacaktır… Badem Ağacı dünyanın önyargılarla tanıdığı, akıl almaz acılarla yaşayan Filistin halkının cesaret ve inanç dolu öyküsünü tüm gerçekliğiyle haykırıyor. 

"İlk sayfasıyla sizi yakalayan ve kimseyi suçlamadan yüreğinizi Filistinliler için çarptıran bir hikâye. Politik çekişmeler barış getirmiyor, mucizeyi bir roman yaratıyor." 
-Huffington Post-

"Nefessiz kaldım. Gözyaşlarımı tutamayacak kadar etkilendim." 
-Esotericphoenix.wordpress.com-

"Herkesin okuması gereken bir hikâye. Sizi en başından etkisi altına alacak." 
-Wanda's Reviews-

"Harikulade ve etkili… İnsan olmanın gerçekten ne olduğuna dair gerçekçi ve bütünlüklü bir kurgu. Eğer İsrail ve Filistin arasında bir barış olacaksa bu ancak böyle romanlar sayesinde gerçekleşecek… Bu kitap, okuyanlarının kalbinde ve ruhunda uzun süre yankılanacak… Bazı kitaplar insanları derinlemesine etkiler, işte Badem Ağacı da onlardan biri." 
-Les Edgerton-

"Yeryüzündeki tüm insanların kalbine dokunabilecek bir kitap." 

-The Author's Blog-
"İnandırıcılığı çok yüksek bir roman. Karakterler çok iyi işlenmiş ve her şey bir film gibi gözlerimin önünde canlanıyor… Fedakârlık, mücadele, acı, işkence ve zorlukların çok dokunaklı bir hikâyesi." -Metro Reader- 

Badem Ağacı ilk sayfasından size içine çekiyor ve bir daha da bırakmıyor. Bu, hayal bile edilemeyecek bir trajedinin ortasındaki azim ve umudun çok güzel anlatılmış heyecanlı bir hikâyesi." 
-Honey Lemon Tea Blog-

"Uzun zamandır hiçbir kitap beni Badem Ağacı kadar etkilemedi ve gözyaşlarımı akıtmadı." 
-E-book Review-
(Tanıtım Bülteninden)
Kitabın Analizi & Yorum:

Yıllar yıllar önce ilkokul birinci sınıfta okuyordum ve bir bayram tatiline denk gelmişti. Annem bu tatilde kardeşlerimle birlikte hepimizi dayımın yanına götürmeye karar verdi. Dayım Çukurova’nın verimli ovalarının bir köyünde ilkokul öğretmeniydi. Velhasıl köy minibüsüne binip şehre geldik. Buradan da dayımın kaldığı köye giden minibüse binerek köye ulaşmıştık. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından nihayet okulun önünde araçtan indik. Zira dayım okulun lojmanında eşi ve küçük kuzenimle yaşıyordu. Lojman okulun hemen arkasındaki geniş bir bahçenin içerisindeydi. Hoş beş, el öpmeler, hasret gidermelerden sonra çocukluk işte sıkıldım ve bahçeye çıktım. Etrafı incelemeye koyuldum. Bahçedeki otlar boyumcaydı. Her yerde kır çiçekleri açmıştı. Bahçenin tam ortasındaki büyük ve gösterişli bir ağaç dikkatimden kaçmadı. Hızla ağaca doğru koşmaya başladım.

Ağacın altına geldim ve ağacı aşağıdan yukarıya doğru inceledim. Bugüne kadar hiç görmediğim güzel bir ağaçtı ve üzerinde ilk defa gördüğüm meyveler vardı. Merakımın önüne daha fazla geçemedim ve bir çırpıda ağaca tırmandım.


Dallarda asılı duran yemyeşil oval meyvelerin en irisinden bir tane koparıp yemeye başladım. Tadı fena değildi. Tazecikti. Hoşuma gitti. Birkaç tane yedikten sonra sağ ve sol ceplerimi ilk kez gördüğüm bu meyveyle doldurup ağaçtan inip hızla dayıma, eve koşturdum. Cebimdeki meyveleri çıkarıp önlerine koydum.  Dayım ve yengem çok şaşırdılar. Bunu nereden buldun diye sordular. Ben de bahçedeki kocaman ağaçtan topladığımı söyledim. Şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Zira hemen yanı başlarında yıllardır duran bu badem ağacını şimdiye kadar neden hiç fark etmedikleri konusunda kendi kendilerine sitem ettiler. İşte o zaman bu meyvenin badem olduğunu öğrenmiştim.
 Bunun okuduğum kitapla ne ilgisi var diye kafalara bir soru gelebilir. “Badem Ağacı” adlı kitabı kitapçı rafında gördüğüm anda zihnimde bir şimşek çakmış ve beni ta geçmişe götürmüştü. Böyle bir kitabı alıp okumadan edemezdim. En azından geçmişin hatırına ki; bir de işin içinde bir de ağaç olunca işte bu kitap okunur dedim kendi kendime.
Şimdi gelelim şu güzel kapaklı kitaba.

Öncelikle kitabın kısa bir özetini yazmayacağım. Sebebi de kitabın her satırıyla okunması gerektiği. Romanımızın kahramanı Filistinli Ahmed Hamid’in çocukluluğundan başlayıp ta yaşlılık dönemine değin geçen zaman diliminde Filistin halkının acı, ızdırap, açlık, sefalet, cesaret ve inanç dolu öyküsünü tüm gerçekliği ile başından sonuna kadar anlatıyor. Bu kitabı okurken dünya üzerinde halen savaş içerisinde olan ülkeleri düşünmeden de edemedim. Onların hayatta kalmak için ne kadar özveri ve direnç gösterdiklerini şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar için hayatta kalmak gerçekten çok zor. Yüce Mevla’m kimseyi ülkesinden, evinden, ailesinden ayırmasın.
Yazarın başkahramanı  Ahmet Hamid henüz daha 8 yaşındayken yaşadıkları ev İsrailli askerler tarafından yıkılır ve karşı çıkan babası tutuklanır. 14 yıl hapse mahkûm edilir.
Artık kalabalık ailesine bakabilecek evin en büyüğü 8 yaşındaki Ahmed’tir.
Kitabı okudukça zavallı çocuk Ahmed’in nasıl büyük bir adam olduğunu yürek burkularak içinde yaşıyor insan.

Okuma esnasında Filistin halkının 1960’lardan itibaren kendi topraklarında verdiği var olma mücadelesine tanık olurken, ayrıca bir babanın oğlu ve ailesi için ne büyük acılara katlanabileceği, küçük yaşta büyük sorumluluklar almak zorunda kalan çocukları, cefakâr anneleri ve fedakâr babaları görüp duygu seline kapılıyor insan.
Kitap, okuyanı derinden etkilerken, karakterlerin ve olay kurgusunun bir ahenk içinde ele alındığı dikkatlerden kaçmıyor. Okuyucu adeta bir dram filmi izliyormuşçasına hikâyenin içine çekiliyor. Her ne kadar insan havsalasının alamayacağı boyutta acıyla yoğrulmuş olsa da kitap, sonunun en azından güzel bittiğini dayanamayıp söyleyeceğim.
Belki de nasıl olur, nasıl güzel bir sonla bitebilir diyenler olacak ve merak edip alacaklardır.
Yazarın kısmen kendisini de kitabın içerisine koyduğunu tahmin ediyorum. Akıcı ve anlaşılır dili yanı sıra Filistin ve Arap yaşam ve kültürü konusunda da fikir sahibi oluyor insan.
Yalnız kitabın bazı bölümlerinde yazarın ideolojik bazı fikirlerini dolaylı da olsa okuyucuya empoze etmeye kalkışmış olması, kitabın en büyük kusuruydu bence. Yine de okunabilecek bir kitap diye düşünüyorum.