Sayfalar

19 Aralık 2015 Cumartesi

Müzik: Eartha Mae Kitt

Amerika’nın Güney Carolina bölgesi verimli toprakları ve bu topraklarda yetiştirilen pamuğu ile meşhurdur. Takvimler 17 Ocak 1927’yi gösterdiğinde bu tarlalardan birinde çalışan Kızılderili ve Afro-Amerikan melezi  bir anne, tarlada doğum yapar ve bir kız çocuğu dünyaya getirir. Doğum tarlada gerçekleştiği için olacak ki kızına da Eartha (toprak) ismini koyar. Eartha, Alman asıllı olduğu söylenen ve annesinin çalıştığı çiftliğin sahibi olan babasını hiç tanımadan büyür. Tabi bu açık renkli kızın 1950’li yıllarda milyonların kalbinde taht kuracağını elbette kimse o zamandan tahmin edemez.
Sekiz yaşına kadar annesinin yanında büyüyen Eartha teninin diğer insanlardan daha açık olması sebebiyle zenciler arasında dışlanır. Beyazlar arasında da melez olduğu için kabul görmez. Bu nedenle annesi Eartha’yı New York’ta harlemde yaşayan teyzesinin yanına gönderir. Teyzesi bu utangaç yeğenini burada Katherine Dunham Dans Kumpanyası’na kayıt yaptırır. Amacı yeğenin toplumla kaynaşıp girişken olmasını istemesidir. Ama bilmeden Eartha’nın hayatını değiştirecek adımı atmış olur. Eartha bu gurupla daha henüz 20 yaşına gelmeden evvel bütün dünyayı dolaşır. 
Bir Fransa turnesinde Paris’te ünlü aktör ve sinema yönetmeni Orsen Welles Eartha’nın yeteneğini keşfeder ve Dr.Faust filminde Truvalı Helen karakterini oynaması için teklif götürür.
Eartha teklifi kabul eder. Bu vesile ile Eartha Sanat dünyasına adım atar. Gece kulüplerinde şarkılar söylemeye başlar. 1950’lerde Eartha Kitt’in yolu bir turne esnasında İstanbul’a düşer. Burada yeni açılmış olan Kervansaray gazinosunda sahne alır ve Kâtibim (Üsküdara Giderken) şarkısını Fransız aksanıyla seslendirir. 
1960’lara kadar televizyon, film ve gece kulüplerinde şarkı çalışmalarına devam eder. 
Bu yıllarda seslendirdiği Let’s Do It, Champagne Taste, C’est si bon, Monotonous, Santa Baby ve Katibim  gibi şarkılarla sanat hayatının zirvesine çıkar.
Dört dili çok iyi konuşan ve 10’dan fazla dilde şarkı söyleyebilen, 35 filmde rol alan sayısız long play, single ve CD çıkartan Eartha, elde ettiği başarılarla müzik dünyasında Emmy ödüllü ve altın plaklar başta olmak üzere sayısız ödül kazanır. Sanat ve müzik dünyasına adını altın harflerle yazdıran Eartha Kitt  25 Aralık 2008’de, 81 yaşında kolon kanserinden hayatını kaybeder. Geride ise müzik dünyasına hiç unutulmayacak eserler bırakır.
İşte böyle yalnızca hafta sonlarında vakit bulduğumda, sesinin rengini çok beğendiğim Eartha gibi sanatçıların seslendirdiği şarkılar eşliğinde kitap okumayı çok seviyorum.
Bu hafta sonu da Eartha Kitt’in seslendirdiği şarkılar eşliğinde kahvemi yudumlarken okuma keyfime keyif kattım.

10 Aralık 2015 Perşembe

Kitap: Ayrılık Mevsimi


Kitap Hakkında:

Adı : Ayrılık Mevsimi  
Yazar:Robin Antalek
Çevirmen:Aslı Gizem Korkmaz
Yayınevi:Artemis Yayınları
 Sayfa Sayısı: 352
Ebat:14x20 cm
Değerlendirmem: %35
Ne Buldum: Hiçbir şey



Yazar Hakkında:

Birkaç tane roman ve elli küsür kurgu hikâye yazdığı dışında hayatı ile ilgili maalesef pek bir şey bulamadım. 

Çok ta şaşırmadım doğrusu. Edebiyat alanında başarılı olduğu ve başarı çıtasını yükseltebileceği konusunda benim pek ümidim yok. 




Arka Kapaktan:

Anne, aranan bir oyuncu, baba ise bir zamanların meşhur oyun yazarı. Haas kardeşler kargaşanın göbeğinde büyümüştü. Dünyaları hem ihmal, hem de pırıltıyla doluydu. Babaları öldükten sonra, öfke ve kırgınlıkla geçen yıllara rağmen, birbirlerine karşı hissettikleri, üzerini küller kaplamış yoğun ve hassas bağı yeniden kurup aile olmanın anlamını bir kez daha hatırlayacaklardı. Bazen acınacak kadar insancıl, bazense tahammül edilemeyecek kadar bencil olan kardeşlerin dördü de yanlış kararların esiriydi. Kardeşlik ve aile bağları üzerine kurulu bu hikâyede tatlı çekişmeler sizi kimi zaman gülümsetecek, kimi zaman da gerçekten ağlayacaksınız.

"Ayrılık Mevsimi öyle başarılı bir çıkış romanı ki, okurken kalbiniz sızlayacak ve telefonu alıp hemen kardeşinizi aramak isteyeceksiniz."
- Will Allison, What You Have Leftin yazarı

"Ayrılık Mevsimi, Haas ailesinin dört çocuğunun hikâyesini anlatıyor. Her bölümde zenginleşen ve netleşen hikâyeyi okudukça onların ruh halini, omuzlarındaki yükleri, birbirlerine bağlılıklarını daha iyi anlayacaksınız."
- Juliette Fay, Shelter Menin yazarı

"Bu dokunaklı romanın belki de en etkileyici özelliği yazarın karakterleriyle ilişkisi. Her kardeşin karmaşık hikâyesini şefkatle, saygıyla ve duyarlılıkla anlatan Antalek, kendisinin de ne kadar iyi bir ebeveyn olduğunu gözler önüne seriyor."
- Martha Moody, Best Friendsin yazarı

"Robin Antalekin ilk romanı, akıldan çıkmayacak bir okuma ziyafeti sunuyor. Bir aileyi parçalayan, herkesin başına gelebilecek dramatik olaylar ve aynı aileyi bir araya getiren tarifi imkânsız bir sevgi. Ayrılık Mevsimi unutamayacağınız güzellikte bir roman." 
- Diana Spechler, Who By Fireın yazarı. 


Kitabın Analizi & Yorumum:
4 farklı kardeşin hikâyesini anlatan ve sıkılmadan okuyup tavsiye edeceğim bir roman demeyi çok isterdim. Ama değil…

Kitabın kapağına ve arka kapakta anlatılan konusuna baktığımda ilgimi çeken bir kitap olmuştu. O şevk ve heyecanla çevirdim kitabın sayfalarını. Başladım okumaya. Aile bağlarının anlatılması, bağların güçlendirilmesi, güçlendirilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda bilmediğim ipuçlarını ve püf noktalarının anlatılacağını hep bir ümitle ve sabırla bekledim. Sabırla bekledim diyorum zira yarım asırdır iyi bir kitap okuyucusuyumdur. Başladığım hiç bir kitabı ne kadar da sıkıcı olsa da bitirmeden bırakmadım. Bu kitabı da kısa bir süre evvel okuyup bitirdim. Okuduğum kitapların içinde diyebilirim ki en berbat, en kötü en rezili. Yazar bu kitabı yazmakla acaba insanlara okuyucuya ne vermek istemiş anlayabilmiş değilim.
Tipik ve sıradan bir Amerikan ailesini, bu ailenin bireyleri arasındaki çıkar ilişkilerini, bencilliklerini, yozlaşmış rezilliklerini anlatıyor. Herkes kendi aleminde yaşıyor, kendi derdine çare arıyor. Babaları öldükten sonra mecburiyetten eve gelmeler. Birlikte vakit geçirmeler falan. Rezillik boyutuna girmeyeceğim buna terbiyem de müsaade etmiyor. 
Sevginin bir aileyi nasıl ayakta tuttuğundan da bahsetmiyor. Sevginin S’si, vicdanın V’si hak getire.
Göstermelik yapılan bir iki iyilik. Ona da ne kadar iyilik denilebilirse. Almanların dünya insanlarını ikiye ayıran bir sözü vardır, Morgenland-Abendlan (Şarklı-Garblı) diye. İşte kitapta da böyle. Tipik pörsümüş batı medeniyeti ve kültürü ile iç içe, çarpık, iffetsiz ilişkilerle dolu bir aile dramı. Okura edebi herhangi bir katkı sağlamaktan çok uzak bir eser.

352 sayfalık bu kitabı okuyarak elde edebileceğiniz olumlu hiç bir şey olamayacağı kanaatindeyim. Zamanınızı öldürdüğünüze değecek bir kitap değil. 
Bir çift söz de Artemis Yayınevi'ne etmeden geçemeyeceğim doğrusu:"Edep'ten uzak, edebiyattan uzak bu tip yazıları çevirttirerek insanlara ne vermek, okuyucuya ne kazandırmak istiyorsunuz kardeşim. Her yazılanı edebiyat saymaktan vazgeçin.
Adam gibi eserleri okurla buluşturun. Biz okuyucular da kitaplarınızı satın alalım ve Sizleri ayakta alkışlayalım. Umarım ne demek istediğimi anlamışsınızdır."

Kusura Bakmayın belki çok karamsar yorum yaptım ama maalesef gerçek bu. Okumak isteyenlere de sadece iyi okumalar derim. Tavsiye edeceğim bir kitap değil.  
Bu yüzden benden bu kitaba: 

2 Aralık 2015 Çarşamba

Şiirim: Herkes Âlim


Ben gündelik hayatta atasözlerini kullanmayı çok severim. Sevmemdeki birinci neden onların çok doğru, nokta atışı olmasından olsa gerek.
Hani şöyle bir soru yöneltilse “Kendini bir atasözüyle ifade etmek istesen, hangi atasözünü kendine yakıştırırsın" diye, hemen “söz gümüşse sükut altındır” sözü tam da beni ifade ediyor derim.

Bana neden susuyorsun, hiç konuşmuyorsun diyorlar. Şöyle bir durgunlaşıyor, kendi kendime düşünüyorum; bir noktaya odaklanıp baka kalıyorum. Ne konuşabilirim ki bilemiyorum. Zira 7’den 77’ye herkes, hepimiz her şeyi zaten birbirimizden daha iyi bilmiyor muyuz?

Bir işte tecrübelerini dile getiren, paylaşan bir büyüğümüzün sözünü dinliyormuş gibi yapıp, çoğu zaman es geçmiyor muyuz? Ya da senin anlattıklarının devri mi kaldı diye düşünmüyor muyuz?
Henüz daha bir yıllık bir çalışanken yıllarca dirsek çürütmüş birisiyle kendimizi aynı kefeye koymuyor muyuz? Daha iyi araç kullanıp, daha iyi yemek yapıp, tanımadığımız amir, memur, doktor, idari görevli yok mu? Trafik kurallarının alasını bilmiyor, ben senden, sen öbüründen daha iyi araç kullanmıyor muyuz?
Örnekleri sayfalarca uzatabiliriz.

Eee, o zaman bir de ben konuşsam ne olur, konuşmasam ne olur. Hepimizin âlim (!) olduğu şu zamanda bırakın bende susma hakkımı kullanayım.

17 Kasım 2015 Salı

Gloria Lasso-La Luna De Miel

Maddi ve dünyevi huzuru birçoğumuzun aradığı, peşinden koştuğu aşikâr. 
Lakin onu yakalayanı veya yakalasa da bunu yaşamı boyunca devam ettirenimiz pek az olsa gerek.  Huzuru ararken birçoğumuzun kendine göre kullandığı yöntemler var; ya da huzuru farklı nesne ve olgularda arayıp ona ulaşmaya çalışıyoruz. Benimse istediğim ne mal ne de servet; bunların beni huzura erdirmesi pek mümkün değil. Huzura ulaşmam küçük, tatlı, dinlendirici, ruhu okşayan bir müzik parçası bile olabilir. İşte bunlardan bir tanesi de bu dinlediğim şarkı.

Bu şarkıyı dinlerken gerçekten kendimi huzurlu hissediyorum. Belki siz de benim gibi dinlerken huzura ereceksiniz. Ne dersiniz? 


10 Kasım 2015 Salı

ATA'M

  ATA’M

Uzun ve sessiz geçen bir gecenin ardından
10 Kasım sabahı hava aydınlanmıştı.
Lakin hâlâ bir yıldız
Adeta bir haber vermek istercesine
Bir parlayıp bir sönüyordu.
Bir anda, öbek öbek kara bulutlar sardı
Yıldızın etrafını…
Hiç alışık değildi yıldız tutsak yaşamaya
Saat dokuzu beş geçe
Birden kayıverdi parlayan yıldız.
İşte o anda,
Feryatlar yükseldi dört bir yandan;
Çığlıklar koptu tüm Anadolu’dan
Yürekler yandı 7’den 77’ye
Dolmabahçe Sarayı’nın üzerinden
Bir nur doğdu Arş-î Âlâya
Etrafını Melekler ve Şühedalar çevirdi
Deniz Mavisi gözlerini yummuştu Mustafa’m
Mahşeri bir kalabalık vardı meydanda
Omuzlarda ise ATA'm

- Yaşar SALDIK 10Kasım 2006 10:15 –
  
RUHUN ŞAD OLSUN 
DAHİ KUMANDAN, BÜYÜK LİDER, 
AZİZ ATAM...

7 Kasım 2015 Cumartesi

Kitap:Çınarın Çocukları

Kitap Hakkında:
Kitabın Adı: Çınarın Çocukları
Yazar: Erden Armağan ER
Yayınevi : Sokak Kitapları Yayınları
Sayfa: 400
Ebat: 13 x 19 cm

Ücret:17 TL


Yazar Hakkında:


Yazarımız hakkında maalesef kitabın yayınevi dâhil hiçbir yerde bilgiye ulaşamadım.







Arka Kapaktan:

Hayat; bazen inadına yaşamaktır. Hızlı akan bir derede akıntıya karşı kulaç atabilmektir. Başımıza gelen onca belaya rağmen, her defasında ayağa kalkıp mücadeleye devam etmektir. Umudunu yitirmemek, her şeye rağmen nefes almanın kıymetini bilebilmektir hayat. Bunca kan ve gözyaşına, şiddete boğulmuş dünyamızda, ümitle sevgiyi, sevdayı büyütebilmektir. Kim bilir kaçımız sevdadan, aşktan bihaber bir ömrü yaşadık? Gönlümüzün değil de başkalarının sesine kulak verip yanlış ilişkiler, evlilikler içinde sevgiden mahrum kaldık. 

Siz de aşk tarafından gönül kapısı çalınanlardan değilseniz sakın üzülmeyin. Her daim bir umut vardır. Yeter ki inatla ve sabırla bekleyin. Olmasa da en azından elinizden geleni yapmış olmanın huzuru yanınıza kâr kalır. 

Şehirleşmenin ve sözüm ona gelişmenin uğruna kendimize yabancılaştığımız bugünlerde, değerlerimizi yitirdiğimizi ve kadın erkek ilişkilerinin her geçen gün bayağılaştığını, aşkın sadece bedensel ihtiyaçlara indirgendiğini siz de düşünüyorsanız eğer, bu hikâyede anlatılan naif, samimi sevdayı belki seversiniz. Anadolu'nun küçük bir kasabasındaki bir ÖĞRETMEN OKULU'na yolu düşmüş bu iki insanın, yıllar sonra yaşadıklarını anlatan bu kitapta, sıradan, hemen her gün birimizin başından geçmesi muhtemel olayları okumak, belki unuttuğunuzu düşündüğünüz bir şeyleri anımsatır size de. Kim bilir…

(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Analizi & Yorumum:

Romanımızın kahramanı Kerem adında orta boylu, zayıf yapılı sempatik kırkını geçmiş bir bankacıdır.
Mezun olduğu Balıkesir’deki Savaştepe Lisesine eski mezunlar adına düzenlenen yemeğe katılmak üzere İstanbul’dan yola çıkar. Lise döneminde birkaç aşk macerası yaşamış olsa da hepsi mazide kalmış ve hiç evlenmemiştir. Savaştepe’ye geldiğinde kendi döneminden sınıf arkadaşlarını ve alt ve üst dönemlerden arkadaşlarıyla kaynaşırlar, hasret giderirler. Uzun uzun sohbetler yapılır, hatıralar anlatılır. Tüm bunlarla vakit geçerken Kerem’in gözüne kendisinden genç bir bayan takılır. Bu alımlı, güzel sarışın mavi gözlü bayan dan gözünü bir an olsun ayıramaz. Ama sadece onun değil ortamda bulunan birçok erkeğin dikkatini çekmiştir bu alımlı bayan.
Bayan sınıf arkadaşlarından kendisiyle tanıştırılmayı arzulayan Kerem bir vesile ile bu isteğine mazhar olur ve adının Esma olduğu bu bayanla tanışır. Kısa hal hatır ve sohbetin ardından bu güzel organizasyonun tekrarlanması dileğiyle Savaştepe’den ayrılırlar.

Esma Düzce’de öğretmenlik yapmaktadır. 5-6 ay evvel kendisi gibi öğretmen olan Cemil’den ayrılmıştır. Kırsal bir kasabada öğretmenlik yaptığı zaman tanışmıştır Esma Cemil’le. Kendisine karşı nazik ve kibar tavırları ile kırsalda korunmaya da ihtiyaç duyan Esma ailesinin çok istekli olmadıkları evliliklerini maalesef gerçekleştirir. Lakin Cemil evlendikten sonra 360 derecelik bir dönüş yaparak Esma’yı Düzce’ye ailesinin kaldığı kasabaya taşınmaya zorunlu kılar. Cemil’deki ahlaki ve davranışsal
Değişimler Esma’yı çıldırma noktasına kadar sürükler. Sonunda boşanmak için dava açar ve uzun bir süreç sonrasında da boşanırlar. Nihayet Cemil’den kurtulmuştur. Ama erkeklere karşı kendisinde bir endişe ve korku oluşur. Tekrar bir izdivacı kaldıramayacağını düşünerek hayatı tek başına yaşamaya başlar.
Bir müddet sonra Kerem Esma ile MSN üzerinden akşamları küçükten küçüğe yazışmaya başlar.
 Esma için bu sadece aynı liseden mezun olmuş iki arkadaşın lise yıllarından hatıraların paylaşılmasıdır. Oysa Kerem ciddi düşünmekte ve ilerlemiş yaşının acısını kısa sürede bu içten içe sevmeye başladığı kadını eş olarak kendisine yakıştırmaktadır.
Her gün akşam başlayan bu MSN yazışmaları sonunda küçük ortak arkadaşlarla birlikte buluşmaya dönüşür. Daha sonra birlikte buluşmalara dönüşür. Sonunda Kerem bir gün Esma’ya açılır ve kendisini sevdiğini söyleyerek aşkını ilan eder. Her şey neredeyse yolunda gitmektedir. Esma’da bu eli yüzü düzgün, arkadaşları arasında sevilen saygı gören bu adamı sevmeye başlar. Fakat bir gün olmadık bir şey yaşanır ve buluştukları bir mesire yerinde Esma’nın eski eşi Cemil’le karşılaşırlar. Bu karşılaşmadan sonra her şey alt üst olur. Esma yeniden birisine bağlanmanın psikolojik baskısını kaldırıp kaldıramayacağından artık emin değildir. Her geçen gün Keremle daha az telefonlaşmaya, görüşmeye hatta ondan kaçmaya başlar. Kerem’se hala olayı tam olarak kabullenememekte umutla beklemektedir. Bu bekleyiş uzadıkça Kerem’de günden güne zayıflar. Sonunda uzun bir aradan sonra buluşmaya karar verirler. O buluşmada Kerem evlilik teklifine evet cevabı alabilecek midir? Yoksa beklenmedik acı bir şey mi olacaktır? Tüm bunları son 50 sayfada öğrenebiliyorsunuz.
İşte roman böyle…

Şimdi gelelim kitabın analizine…
Kitabı geçen yıl kitap fuarından almıştım. İsmi bana cazip gelmişti.  Doğruyu söylemek gerekirse yerli bir yazar diye almış ve beklentim kitabın adından dolayı çok yüksekti. Tahminim yazarımız kendi hayatından yola çıkarak ortaya koymuş eserini. Bu çok güzel bir olay da 400 sayfalık kitabı okurken şu kanıya kapıldım. Hep aynı sayfayı mı okuyorum. Neredeyse 200-250 sayfa abartısız aynı tekrar eden cümlelerden oluşmuş. Bu beni bayağı bir kastı ve sıktı. Belki de beklentimin yüksek olmasından kaynaklanmıştır. Bilemiyorum. Bir çift sözüm de Esma’ya olacak: “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu”. Seviyorsan karşılık ver, karşılık veriyorsan söz ve davranışlarınla göster, ya da sözüm meclisten dışarı “kuyruk sallama”.

Yazarımız Erden Armağan yalın ve anlaşılır bir dille kaleme almış bu anı tarzı romanını. Romanın güzel tarafı nedir? Pozitif bir şey yok mu? Diye kendimize soracak olursak; evet, pozitif bir yönü hem de önemli bir pozitif yönü bana göre var. O da şu: Kitapta iki insan arasındaki flört ve aşk anlatıyor olsa da bunu örf adet ve kültürümüzün dışına çıkmadan çok güzel yapmış olması. Toparlayacak olursam kitap bana pek hitap etmedi. Belki 20-25 yaş gurubu genç arkadaşlara hitap eder ki günümüz gençliğinin de kitabı beğeneceğini düşünmüyorum. Zira onlar üstü kapalı aşkları pek anlamazlar. İsteyen alıp okuyabilir.

Benim için edebi unsurlardan yoksun gereksiz zaman kaybı oldu. Ama yine de yazarımızın kalemine sağlık diyorum bu ilk kitabından sonra ikincisini de beklediğimi belirtmek istiyorum. Sn. Erden Armağan Er’in daha güzel şeyler ortaya koyabileceğinden hiç şüphem yok. Zira ilkler her zaman kolay olmaz.

29 Ekim 2015 Perşembe

Cumhuriyet Bayramı (2015)

CUMHURİYET

Yedi düvel saldırdı, çıktı tepeye,
Akın akın koştu Mehmetler cepheye.
Başkomutan Atatürk, dillerde tekbir,
Ordumuz muzaffer, ödülümüz Cumhuriyet’tir.

- Yaşar SALDIK  28.10.2012   16:01 -

CUMHURİYET BAYRAMI’MIZ KUTLU OLSUN

28 Ekim 2015 Çarşamba

Şiirim: Yağmur

 

YAĞMUR

Küçük bir çocukken olduğu gibi,
Alnıma bir buse kondursan ne olur.
Kollarımı iki yana açıp gözlerimi kapattığımda,
Ne olur, yanaklarımdan süzülüp,
Dudaklarıma dokunsa gözyaşların.
Ellerime her dokunuşunda,
Yüreğimde hissetsem seni.
Başımı semaya kaldırıp haykırsam:
“-Yağmur ne olur özletme kendini.”
Bir akşam vakti apansız çıka gel;
Loş ışıklı sokaklarda dolaşalım,
Hasret gideren eski sevgililer gibi.
Mutluluktan kanatlanıp uçarken ben;
Sen de omzuma yaslanıp,
Söyle ne olur
Sevdiğim en güzel yağmur şarkılarını…

- Yaşar SALDIK  18.02.08 13:42 -

14 Ekim 2015 Çarşamba

Türkler Geliyor

Dün İspanya'nın Ukrayna'yı yenmesi, bugün Kazakistan'ın Letonya'yı yenmesiyle en iyi üçüncülüğü kovalayan A Milli Takımımızı Konya'da İzlanda'yı ağırlıyordu. İlk maçta İzlanda bizi güzel bir oyunla yenmeyi başarmıştı. Millilerimiz o maçta etkisiz kalınca ev sahibi fiziksel üstünlüğünü de ön plana çıkartarak bizi maalesef yenmişti.

Aradan geçen zaman içerisinde yaşadığımız onca kötü ve üzücü hadise bizleri ziyadesiyle

Mutsuz etmişti. Oysa sevince ve mutluluğa o kadar çok ihtiyacımız vardı ki. Hal böyle olunca da milletimizi bir nebze de olsa sevince boğacak olay çoğu zaman olduğu gibi spordan geldi.  
Ay-yıldızlılarımız, EURO 2016 elemeleri A Grubu son maçında Konya Arena’da 50 bin seyircimizin önünde İzlanda karşısına çıktı. İlk dakikalarda takımımız maça tutuk başladı. Bunda oyuncularımızın üzerinde hissettikleri baskının büyük olduğunu düşünüyorum. Ama 10.dakikadan sonra oyunun hâkimiyetini yavaş yavaş ele aldık.
Lakin orta sahada istediğimiz etkinliği ve topu ileriye taşıma becerisini tam olarak ilk yarı sonuna kadar yansıtamadık. Bunda belki de Hollanda’nın evinde Çek’lere karşı maçı 2-0 mağlup götürmesinin de etkisi var mı bilemiyorum. Patlamayı yapacak bir kıvılcım hepimiz tarafından beklenirken nihayetinde milyonların sesine lehimize verilen frikik yetişti. Maçta da son dakikaya girilmişti. Topun başına Selçuk İnan'ın geçti. İnanıyordu, çünkü ekran başında ve tribünde milyonların fısıldayan dualarını adeta duyuyor ve yaşıyordu. 
O’da öyle yaptı. 89. Dakikada topa öyle bir güzel bir vurdu ki; top filelere, tüm Türkiye ayağa kalktı.
Bu skor bizi en iyi 3. olarak 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na götüren skordu.
 Kendi göbeğimizi kendimiz kesmiş, makası da elimize dost ve kardeş ülke Kazakistan vermişti.

Bekle bizi Fransa, bekle bizi Avrupa TÜRKLER geliyor...

6 Ekim 2015 Salı

Kitap: Pazar Felsefe Kulübü

KİTAP HAKKINDA:
Kitabın Adı: Pazar Felsefe Kulübü
 Yazarı :Alexander McCall Smith
Çeviren: Aylin Yengin
Yayınevi : İnkilap Yayınları
Sayfa :  271 sayfa
Ebat : 14x21 cm

YAZAR HAKKINDA
Yazar, şu anda Zimbabwe'de bulunan Britanya sömürgesi Bulavayo'da dünyaya geldi. İlk eğitimini bu şehirdeki Hıristiyan Kardeşler Koleji'nde aldı. Daha sonra ise Edinburgh Üniversitesi'nde hukuk fakültesinde okudu. Mezun olduktan sonra Güney Afrika'ya döndü ve bir süre Botsvana Üniversitesi'nde hukuk dersleri verdi. Sonrasında İskoçya'ya giderek orada Elizabeth adında doktor bir bayanla evlendi. Bu evlilikten Lucy ile Emily adında iki kızları oldu. Hep birlikte İskoçya’da yaşamını sürdürdüler.
British Medical Journal etik komitesine 2002'ye kadar başkanlık eden profesör, ayrıca, Birleşik Krallık İnsan Genetik Komisyonu eski başkanı ve UNESCO Uluslararası Biyoetik Komisyonu üyeliği de yaptı. Yazarlıkta başarı kazanınca bu görevleri bıraktı.
Aralık 2006'da edebiyata olan katkılarından dolayı İngiliz Şövalyelik Nişanı alan McCall Smith'e Haziran 2007'de ise Edinburgh Hukuk Fakültesi tarafından Onur Ödülü verildi.
Amatör olarak fagot çalan yazar, The Really Terrible Orchestra'nın (Gerçekten Berbat Orkestrası) kurucusudur. Botswana'daki ilk opera salonu olanı Bir Numaralı Kadınlar Opera Salonu'nun açılmasına da katkıda bulundu. 2006 yayınlanan Britanya'nın sağlık politikaları ile ilgili The Future of NHS kitabının da yazarları arasındadır. McCall Smith'in eserlerindeki seri formatı akla Charles Dickens ve Armisted Maupin gibi on dokuzuncu yüzyıl yazarlarının kullandığı formatı getirir.


Edinburgh,Öğle yemeklerine katılan,konserlere,resim sergilerine giden ve dikkat çekmeden hayır işlerine koşan kibarlık kumkuması hanımların merkezi. Omletlerine kattıkları chanterelle mantarları sayesinde yirmi birinci yüzyıla attıklarına inanan hanımların İsabel Dalhouse gibi hanımların.

Ama Edinburgh'un Georgian dönemine ait düzgün cephelerinin ardındaki ahlaki pusula açgözlülük, sahtekarlık, şehvet ve öldürücü arzularla dönen bir fırıldağı andırıyor, İsabel bunun farkında,işin aslı İsabel bundan zevk alıyor. Başarılı bir felsefeci ve uygulamayı Törebilim Dergisi'nin editörü olarak iyi ile kötüyü birbirinden rahatlıkla ayırt edebiliyor.



KİTABIN ANALİZİ & YORUMUM

Mart sonu ılık bir gecede İzlandalı bir müzik gurubu konser vermek üzere Edinburgh’a gelir. Konseri izlemeye roman kahramanımız Isabel’de gider. Isabel, Uygulamalı Törebilim adlı felsefe dergisinin editörlüğünü yapmaktadır. Isabel’in Cat adında  genç bir yeğeni vardır. Cat Bruntsfield’de bir mezeci dükkanı işletmektedir. Isabel’e ev işlerinde Grace adında her konuda bilgisi olan bir hizmetkâr her gün düzenli olarak temizliğe gelir. O gün tiaytro salonunda istenmeyen korkunç bir olay olur. Genç bir bey  ikinci kat balkondan aşağıya düşer. Tam düşme anında bir an Isabel, gençle göz göze gelir. Genç düşer düşmez feci şekilde can verir. Kahramanımız bu olayı bir türlü zihninden silemez.

Olaydan kısa bir süre sonra  Marc Manus adında genç bir gazeteci Isabel’in evine gelir ve kendisinden düşen gençle ilgili gördüklerini anlatmasını ister. İsabel gördüklerini kısaca anlatır ama gazeteci ikna olmaz. Isabel’de onu nazikçe evden gönderir. Polis olayı bir kaza olarak görür ve rafa kaldırır. Ama Isabel bunun kaza olduğunu pek kabullenemez. Kendi başına gizliden bir araştırma yürütmeyi kafasına koyar. Kısacası dedektiflik yapacaktır.

Oysa Isabel’in özel hayatında da işler pek istediği gibi gitmemektedir. Kendisinin bir erkek arkadaşı yoktur. Oysa yeğeni Toby adında bir erkek arkadaşı ile gayet mutludur ve evlenme planları yapmaktadır. Lakin İsabel Toby’e her nednese bir türlü ısınamaz. Ona karşı içinde bir güvensizlik vardır.
Isabel bir gün bir sanat galerisine gider ve orada Paul adında genç bir adamla tanışır. Ayaküstü yaptıkları sohbetin ardından daha rahat konuşabilmek için bir kafeye gitmeye karar verirler. Kafede konuşurken İsabel User Hall’da ölen gencin Paul’un yanında çalışan bir asistanı olduğunu öğrenir. Adıda Mark Fraser’dir ve bir ekonomisttir. İsabel yeğeni Cat’in de yardımı ile Mark’ın kaldığı evin adresini öğrenir. Bir gün eve kısa bir ziyaret gerçekleştirir. Mark burada Henrike adında bir kız ve Neil adında bir erkek arkadaşıyla kalmaktadır. Henrike ile kısa bir sohbet ederler. Henrike Mark’ın iyi bir insan olduğundan ve hiçbir düşmanı olmadığından bahseder. Isabel, Hen ile Neil’in birlikte yaşamktan da öte olduklarını öğrenir. Ama daha fazla bilgiye ulaşamaz.


Tüm bu olaylar kitabın gelişme bölümünden sonra heyecan kazanır.  Isabel  Cat’i Toby’den uzaklaştırabilecek midir? Isabel, sanat galerisinde tanışacağı ve izini sürdüğünde ve ziyeretine gittiği evde hangi bilgilere ulaşacaktır. Mark Fraser olayı gerçekten bir kaza mı yoksa gerçekten bir cinayet midir acaba? Tüm bu soruların cevabına insan ancak kitabın sonunda ulaşabiliyor.

Kitabın içeriği kısaca özetlemek gerekirse böyle. Ben bu kitabı nasıl aldıma gelince, alışveriş sitesinde felsefe kitapları incelemesinde bulunurken birden gözüme çarptı. Kitabın adı dikkatimi çekti. Yazarı da aynı zamanda adını ilk kez duyduğum bir yazardı. Hal böyle olunca bana da almak kaldı ve aldım. Okumam her nekadar uzun sürse de –ki sadece Pazar günleri okuyabildim – sonunda bitirdim.
Kitaba eleştirim şu olacak: Her ne kadar isminde Felsefe Kulübü geçse de kitabın içerisinde ünlü felsefecilerin isminin bir iki cümlede geçmesi dışında pek bir bilgi verilmemiş. 

Yalın, anlaşılır ve yumuşak anlatımıyla akıcı bir okuma imkanı sunuyor. Bu da kitabın artısı olsa gerek.  Yazar, Agatha Christie’nin Hercule Poirot’u kadar ünlü bir dedektif kahramanı ortaya çıkarmasa da, Isabel Dalhousie’a amatör dedektifçilik yaptırarak ve onun özel hayatından da kesitler sunarak iyi iş başarmış. Bu arada sürpriz bir sonla bittiğini belirtmek isterim :)

29 Eylül 2015 Salı

Bayram Bitti

Bu yıl da Yüce Rabbim Kurban Bayramını kutlamayı, kurbanımızı kesmeyi nasip eyledi. Şükürler olsun Allah’ıma. Kız kardeşler, erkek kardeşler, enişteler, yeğenler, kuzenler, gelin velhasıl gelenek, örf adetlerimize uygun düştüğü gibi büyük bir aile şeklinde neşe, huzur, sevinç içinde idrak etmenin mutluluğunu yaşadık elhamdülillah. Arife günü kurbanlıklara baktık beğendik. 
Bayram sabahında namazın eda edilmesine müteakip kurbanlığımızı aldık. Bu sefer yine her zaman olduğu gibi Doğu Anadolu yöresinden Van’dan koyun seçtik. Zira yayla hayvanı olduğu için yağı fazla olmuyor, eti hem leziz hem de yumuşak oluyor.  Uzun bir aradan sonra birlikte yer sofrasında öğle yemeğini hep birlikte yemenin keyfine vardık. Lezzetini ve sıcaklığını uzun süre unutamayacağım bir bayram yemeği oldu doğrusu.
Sonrasında temiz kıyafetlerimizi giyerek büyükleri ziyaret ettik.  Daha küçükler bizleri ziyarete geldiler. Gündüz vakti işten güçten vakit bulamayanlar akşam ziyarete geldiler. Sohbetler bir başka güzel geçti. Uzun uzadıya yapılan sohbetlerde birbirinden uzun zamandır uzak kalanlar geçen zaman içerisinde yaşadıklarını, başına gelenleri en küçük ayrıntısına kadar anlatırken huşu içinde dinleyen çocuklarda vardı. Böylece ayrı geçen zamandaki ara da kapatılmış oldu.
Lakin kötü olan, bu bayramda çocukların bir öncekinden daha da azalmış olarak ziyarete geldiklerine tanık oldum.  Bunu sebebinin neler olduğu ya da olabileceği konusunda oturup bir düşünmek gerektiğine inanıyorum.  
Yavaş yavaş tatil bitmeye yaklaşırken uzak yerlerden gelenler dönüş yollarının kalabalık olacağı ihtimalini de düşünerek vedalaşmaya ve evlerine dönmeye başladılar. Bu da hafif bir burukluk yaratmıyor desem yalan olur. Ayrılmak her zaman ki gibi yine zor oldu. Ama olsun Allah herkese sağlık versin.  Seneye çıkacak canlar öğünsün ve Allah herkese uzun ömürler versin diyerek bu tatile noktayı koyuyorum. 

ALLAH DUALARINIZI VE KURBANLARINIZI KABUL ETSIN İNŞALLAH !!!

21 Eylül 2015 Pazartesi

Hayat

Hayat bir oyun gibidir. Bu oyunda dengeyi iyi ayarlamalı insan, düştüğünde kalkmanın zor olduğunu bilmeli. 
Fırsatını yakaladığındaysa tırmanmalı tırmana bildiği kadar. 
Fotoğrafını çekerken hayatın bilmeli ki fotoğrafı an be an çekilen kendisidir aslında. 
Başarıyı, mutluluğu yakaladığındaysa tadını çıkarmalı, kıymetini bilmeli. 
Üzülmek yerine hatalardan ders almalı, son pişmanlığın fayda etmeyeceğini bilmeli aynı zamanda. 
Yoksa gözünün yaşına bakmadan geçer gider hayat; geride sadece yaşanmışları bırakarak.

7 Eylül 2015 Pazartesi

Kırık Çömlek Parçası


Kitap Hakkında:

Kitabın Adı: Kırık Çömlek Parçası
Yazarı: Linda Sue Park
Çeviri: Aslı Anar
Yayınevi: Beyaz Balina Yayınları
Sayfa: 164
Basım: İstanbul, 2001
Ücret: 9 TL
Değerlendirmem: %100

Ne Buldum: Gerçek sanatkârın işine olan saygısını 

Yazar Hakkında:
Koreli göçmen bir ailenin çocuğu olarak 25 Mart 1960 yılında Urban kasabasında doğdu. Henüz 4 yaşındayken ailesinin Amerika’ya Chikago’ya göç etmesi ile burada yaşamaya başladı. Amerika’ya taşındıktan sonra İngilizceyi çabuk öğrenmesi için evde Korece konuşulması yasaklandı. Küçük yaştan beri yazamaya meraklı olan Park şiirler ve hikayelerle yazmaya başlamıştır. Lise dönemine kadar yazdığı birçok şiir gençlik dergilerinde yayınlanmıştır.
Stanford Üniversitesinden iyi bir derece ile mezun olduktan sonra bir petrol şirketinde halkla ilişkiler bölümünde görev aldı. Bu şirkette iki yıl süreyle çalıştıktan sonra ayrıldı ve yakışıklı bir İrlandalı ile evlenerek Dublin’e taşındı. Burada Üniversitede edebiyat eğitimi aldı. Sonrasında bir reklam firmasında çalışmak üzere Londra’ya taşındı. Burada ayrıca yabancı öğrencilere İngilizce öğretmenliği yaptı. İrlandalı eşinden bir kız çocuğu dünyaya geldi.
1990 yılında eşinin işleri dolayısı ile tekrar Amerika’ya dönüş yaptı. Burada da yabancı öğrencilere İngilizce ders vermeye devam etti. Bu iş yzynca bir dönem vaktini alsa da nihayet  hep yapmak istediği işe, yani yazma karar verdi.
1997 yılında ilk kitabı Tahterevalli Kızı yazmaya koyuldu ve bu kitabı 1999 yılında yayımlandı.
Okumayı, yazmayı, seyahat etmeyi, yemek pişirmeyi, film izlemeyi seven Park halen aynı eşiyle evli olup Batı New York’ta yaşamaya devam etmektedir.

Arka Kapaktan:

Kore’nin küçük bir köyü… 12.yüzyıl

Ağaçkulak’ın bir hayali vardır. Hergün gizli gizli çömlek ustası Min’in bir avuç kilden
Bir şaheser yaratmasını izler. Bu, ona göre bir mucizedir. Kendisi de bir gün böyle bir mucize gerçekleştirmek için can atar. Fakat bu küçük köyde, gidip bir çömlek ustasından size sanatını öğretmesini istemek olanaksızdır.
Hele de Ağaçkulak gibi bir yetimseniz. Ağaçkulak, öncelikle kendisini ustasına kanıtlamak zorundadır. Bunun için Min ustanın yanında çalışmaya başlayan Ağaçkulak, böylece hayaline bir adım daha yaklaşır. Ama bazen bir hayal öylesine uzak gelir ki adeta görünmez olur. Ama belki Ağaçkulak her seferinde bir tepeyi, bir vadiyi aşarak hayaline kavuşacaktır.
(Tanıtım Bülteninden)

KİTABIN ANALİZİ & YORUMUM:

Anne ve babası hummadan ölen henüz iki yaşındaki çocuk keşişlere teslim edilir.

Tapınakta da humma salgını olduğu için keşişler çocuğu Çulpo köyüne amcasına bırakmak isterler. Çulpo Kore’nin batı kıyılarında küçük bir çömlekçi köydür. Çocuğu köye getiren keşiş amcanın artık köyde olmadığını öğrenir. Tapınağa da götüremez ve onu geçici olarak köprü altında yaşayan Turnaadam’a emanet eder. Doğuştan büzüşmüş ve yamuk olan baldırı ve ayağından dolayı elinde değnekle tek ayaklı duran ve bu duruşuyla bir turnaya benzeyen adamın adı Turnaadam olarak kalmıştır. Birkaç ay sonra keşişler bu yetim çocuğu alıp tapınağa götürmek istediklerinde ise Ağaçkulak bir maymun gibi Turnaadam’a sarılarak onu bırakmak istemez. Ve on gün bu gündür (tam on yıldır) Turnaadam’ın yanında yaşamaktadır. Ağaçkulak, adını kurumuş ya da yere devrilmiş ağaç gövdelerinin üzerinde, çürümüş odundan çıkan yarım daire şeklindeki, buruş buruş mantardan almıştır. Her ikisi de baba-oğul gibi köprünün altındaki boş yerde yaşamaktadırlar.

Ağaçkulak’ın köyün çöplüğünden topladıkları yiyeceklerle beslenir bu iki dost. İşte yine yiyecek toplamak üzere çöplükten dönen Ağaçkulak çömlekçi Min’in evine yaklaşınca bu yaşlı çömlekçinin neyin üzerinde çalıştığını merak eder ve çöp yığınının hemen uzağında, yolun üzerinde, dönemecin hemen başında, sırtı dağlara dayalı çömlekçi Min’in evine uğrar. Min eşiyle birlikte burada yaşamaktadır. 

Bahçenin arkasından gizlice Min ustanın çalışmasını izler. Bir başka günde yine hangi figür üzerinde çalışmakta olduğunu gözetlemek isterken Min’in evde olmadığını fark eder ve merakına yenik düşerek tezgâhın yanına kadar sokulur ve raftaki çömlekleri hayranlıkla izlemeye başlar. İç içe geçmiş kutu şeklindeki çömlekleri incelerken dışarıdan bir tavuğun gıdaklaması ile irkilir ve elinden düşürerek kırılmasına sebep olur. 



Min usta tarafından suçüstü yakalanır ve hırsızlıkla suçlanır. Ağaçkulak hırsızlık için girmediğini yaptığı işi önemsediğini ve çok merak ettiğini, hırsızlığın köpeklik demek olduğunu ifade eder. Bu sözleri Min’i ikna eder. Ayrıca verdiği zarardan dolayı kendisine yardım edebileceğini söyler. Zorda olsa Min usta ile ödeşmek için dokuz gün çalışma konusunda anlaştı. Dokuz gün boyunca Ağaçkulak’ı el arabası ile dere yatağından Min için kil taşıdı, kil kardı. Bu destek Min belli etmese de işine gelmişti.

Ağaçkulak bu çalışması karşılığında Min ustanın karısından öğle yemeği aldı. Aldığı bu öğle yemeğinin tamamını yemeyen Ağaçkulak yarısını da dostu Turnaadam’a götürüyordu. Kil taşıyor, odunları istifliyor, hazırlanan çömlekleri fırına kadar götürüyordu derken dokuz günlük ödeşme dönemi bitti. Bir gün Ağaçkulak Min’e yanında çalışabileceği teklifinde bulundu. Min teklifi sadece yemek verebileceği şeklinde kabul etti. Ve böylece Ağaçkulak çömlekçi ustası olma yolundaki hedefine daha bir adım daha yaklaşmış oluyordu. Günler böyle geçip giderken bir gün köye saraydan bir görevli geldi ve saray için çömlek siparişi vereceği ustayı seçeceğini söyledi. Hikâyenin asıl heyecanlı kısmı işte buradan itibaren başlıyor.
Acaba köydeki hangi çömlekçi sarayın siparişine hak kazanacak? Min usta Ağaçkulak’a çömlek yapmayı öğretecek mi? Ağaçkulak tek başına çıkacağı uzun yolculukta neler yaşayacak? 

Altında yaşadıkları köprü kimin kaderini etkileyecek? Yaşamını değiştirecek iki büyük sürpriz ne olacak?

Kitabın Koreli yazarını hakikaten tebrik ediyorum. 160 sayfalık bu kısacık romanda neler anlatmamış ki, insanlık adına hangi dersleri vermemiş ki. Herkesin okuyabileceği, 7’den 77’yegözleri görüp de okuyabilen herkesin okuması gereken duygu yüklü harika bir eser.
Basit ve yalın anlatımı ile okuma şöleni sunmuş yazar.
Her kitabı kolay kolay beğenmem, beğendiğim her kitaba da 100 puan vermem ama bu kitap bana göre 100 puanı çoktan hak etmiş doğrusu. İlk defa bir kitabın bitmemesini istedim. Ben okudukça sayfaların artmasını diledim diyebilirim.
Kitabı daha ilk gördüğüm anda dikkatimi adıyla, kapak resmi ile konusu ile çekmişti açıkçası. Uzun süre web de takip ettim ve indirimli bir anda da satın aldım.

Ama etiket üzerinden de pahalı değil zaten. Ödediğim her kuruşu helalinden hak ediyor doğrusu.Tek kelimeyle muhteşem.Sadece şunu söyleyebilirim: HELAL OLSUN !!!