Sayfalar

27 Aralık 2014 Cumartesi

Minka Abla


Kitap Hakkında:
Kitabın Adı: Minka Abla
Yazarı : Panait Istrati
Çeviri  : Sonat Kaya
Sayfa : 143
Ebat  : 12x21 cm
Ücreti : 5,5o TL
Değerlendirmem:  %70
Ne Buldum: Kırsalda hayat zor… Kadın için daha da zor

Yazar Hakkında:

10 Ağustos 1884 yılında Romanya’nın bir liman kenti olan İbrail’de Yunanlı kaçakçı Gerasim Valsamis adlı bir baba ile Rumen çamaşırcı Yoitza İstari adlı bir annenin çocuğu olarak doğan yazar Balkanların Maksim Gorki’si olarak anılır. Gençlik yıllarını başta İstanbul olmak üzere birçok Osmanlı kentinde geçirmiş olan yazar ayrıca Mısır, Lübnan, Suriye gibi ülkeleri de gezme fırsatı bulmuştur. Bu gezileri esnasında edindiği bir Fransızca sözlük sayesinde kendi kendine Fransızca öğrenmiştir.
1916 yılında Balkanlar’daki kargaşadan kaçan verem hastası İstrati İsviçre’nin Fransızca konuşulan bir bölgesine yerleşir. Burada hastaneye yatırılır. Hastanede kaldığı zaman zarfında Fransız yazar Romain Roland’ın makalelerini ve yazılarını okur ve hayran kalır. Hastaneden taburcu olunca sürekli yazar. Roland’a bir mektup yazarak Fransızca yazıp yazmaması konusunda fikrini sorar, ama mektup Roland taşındığı için yerine ulaşmaz ve geri gelir. İstrati yazmayı bırakır. Yalnızlık acısına daha fazla dayanamaz ve bir parkta usturayla boğazını keserek intihar girişiminde bulunur. Fakat ölmeden kurtarılır. Üzerindeki mektubu dostlarından biri bulur ve bunu Roland’a ulaştırır. Roland mektubu alır almaz cevap olarak hiç durmadan yazması gerektiğini kendisinin bunun için yaratıldığını söyler.
Yaşar Nabi Nayır tarafından Türkçe’ ye de çevrilen ilk eseri Kira Kiralina’yı yazar. Bu eseri Romain Roland’ın önsüzü ile 1923 yılında yayımlanmıştır. Dilimize çevrilmiş başlıca eserleri ise Arkadaş, Akdeniz, Angel Dayı, Minka Abla, Kodin ve Braga’nın Dikenleri sayılabilir. Eserlerinde genellikle gezdiği ülkeleri değil, tanıştığı ve sevdiği insanları ön planda tutması aslında kendisinin de insani yönünü yansıtmaktadır. Bu karşılıksız ve koşulsuz insan sevgisi eserlerinde de görülmektedir. Birçok eserinde arkadaşlık ve dostluk temasını kullanan İstarti efsanevi aşkları bile arkadaşlık lar uğruna feda etmiştir.
Uzun bir süredir vücudunu esir alan verem hastalığına daha fazla karşı direnemez ve 18 Nisan 1935 yılında Bükreş’te ölür.

Arka Kapaktan:
Yaşamının tek amacı, insanları sevmek ve onlara yardım etmek olan yoksul bir köylü kızı, Minka Abla…
Doğanın ve kendisine biçilen hayatın acımasızlığı arasında sıkışmış, fakat her şeye rağmen iyi olma
Savaşını sürdürmekten vazgeçmemiş bir kahraman.
Yoksulluk ve sefalet içindeki insanlara kendini adayarak insanlığı yüceltmeye çabalayan, bu uğraşında sevgi dışında hiçbir dayanağı olmayan bir iyilik savaşçısı.
Panait İstarti, sıradan insanların kendi çabalarıyla hayatta kalma mücadelelerini açık ve samimi bir dille sunuyor okuyucuya. 

Kitabın Analizi & Yorumum:
Romanya’nın İbrail kasabasının yakınlarındaki Tuna’nın bir kolu olan Seret Çayının kıyısındaki Çayağzında geçer hikâyemiz. Kahramanımız fakir köyün fakir halkından birisi olan Alexi’nin Minka adında genç ve güzeller güzeli köylü kızı Minka’dır. Annesi ve küçük kardeşi Zamfir ile birlikte yaşamaktadır.
Yaşadıkları köy halkının tüm geçim kaynağı Seret Çayı kıyısında bataklıkta yetişen sazlıktır. Bu sazlar kesilerek sepet örülür, evlerin çatıları aktarılır ve satılarak para kazanılır. Minka, köyün dışında çayın kıyısındaki kulübede Ortapan isimli yaşlı babası ile yaşayan Minku’yu sevmektedir.  Onunla saz keserken buluşur birlikte saz keser, gönül eğlendirirler.

Bir gün evlerine kasabada ticaretle uğraşan Sima çıka gelir. Sima’nın bir lokantası, bakkal dükkânı ve meyhanesi vardır. Sima civar köylülerin çoğu zaman borçla da olsa ihtiyaçlarını gideren çirkin görünümlü cüce bir adamdır. Alexi babadan kızı Minka’yı eş olarak ister. Alexi baba tereddütsüz kızını bu zengin adama verir. Minka buna karşı çıkmak istese de sonunda bu zengin adamla evlenmeyi kabul eder. Ama aklı hala Minku’dadır.

Minka yeni evinde kraliçeler kadar rahattır, amma ve lakin kalbi hep boştur. Kendisini kocasının işlerine vererek işin başına geçer ve köyden alışverişe gelen köy halkına yardım eder. Fakat çok sıkılmaktadır. Kocası bu durumu fark eder ve köyden halası ile küçük kardeşi Zamfiri yanlarına getirtir. Bu duruma çok sevinen Minka onlarla bir müddet vaktini geçirir.

Ama kalbindeki sevgiyi dolduramadıklarını fark eder ve bir bahar bayramı kutlamaları sonrasında bohçasını alarak Minku’ya kaçar. Bu duruma çok bozulan ve gururu incinen Sima acısını çıkartacağına kendi kendine söz verir. Verdiği sözü de tutar ve bir gece ansızın askerlerle birlikte her iki aşığı da kulübelerinde yakalatır. Her ikisi de 15 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest kalırlar.
 Tekrar köye dönerler lakin birkaç gün sonra Tuna ve Seret iki metreden fazla yükselmiş ve köyü yutmuştur. Köy halkı perişan bir halde kendi çabaları ile yaptıkları salların üzerine sığınmışlardır. Çaresiz aç perişan suların çekilmesi beklenir. Sular çekildikçe halk geride kalan evlerine yerleşmeye başlar. Minka ile Minku ise biriktirdiği para ile bir bakkal dükkânı açarlar. İlk başlarda işler iyi gitse de sonrasında evet sonrasında sürpriz v e önemli gelişmeler olur. Bundan sonrasını özetlemek kitabı okumak isteyecekler için şevk kırıcı olacağından burada bırakıyorum.

Anlaşılır ve akıcı ve yalın bir dille kaleme alınmış bu 143 sayfalık kısa romanı bir günde okudum bitirdim. Kendim de çocukluk yıllarımı kırsalda geçirdiğim için kitabı okurken adeta çocukluk yıllarımda yaşadığım ve şimdi özlemini çektiğimi o eşsiz doğa ananın kucağında hissettim kendimi. Köy yaşamındaki sefaleti, sevgiyi, gençlerin gizli kaçamak buluşmalarını, yaşlıların fakirlikten kurtulmak için kızlarını zengin birisine yamama düşüncesini ve evlilik olaylarında çocuklarının fikrini dahi almadan ben ne dersem o olur düşünce tarzını,  kırsalın kendine has örf ve adetlerini tekrar yaşadım adeta. Hatasız çevirisi de okuma keyfini arttırıyor insanın.   

14 Aralık 2014 Pazar

Pazar Sabahı Big Bamboo

Hafta içi şiddetli yağmurları yaşadıktan sonra, pazar sabahında güneş gökyüzünde kendini bulutların arkasından bir türlü çıkarama sa da onun orada olduğunu ve bana " günaydın, iyi pazarlar" demek için çırpındığını biliyordum. Bu da benim için hafta boyunca minimum değerlerde seyreden moral-motivasyon ve ruh halimi düzeltmek için bir mutluluk kaynağıydı. Pazar kahvaltısına oturup bulutla güneşin  çekişmelerini izlerken, arka plandan ruhuma doyumsuz lezzet katan bir müziğin eşlik etmesi de ayrıca güzel oldu. Pazar tatilinden çok büyük beklenti içerisine girerek hiç bir şey elde edememektense elimdeki küçük mutluluğun kıymetini bilerek tadını çıkarmayı yeğledim doğrusu.

5 Aralık 2014 Cuma

Freud'un Kız Kardeşi

Kitap Hakkında:

Kitap Adı: Freud’un Kız Kardeşi
Yazarı: Goce Smilevski
Çeviren: Levend Amedov
Yayınevi: Nemesis Kitap
Sayfa: 240
Boyut:13x19 cm
Sayış Ücreti: 17 TL
Değerlendirmem: %75
Ne Buldum: Freud’u neden sevmediğime açıklık getirdi 

    Yazar Hakkında:  
Goce SMİLEWSKİ
Makedonyalı roman ve tiyatro oyun yazarı Goce Smilevski 1975 yılında Üsküpte doğdu.  Üsküpte Cyril ve Metodij üniversitelerini bitirdi. Prag’daki Charles ve Budapeşte’deki Orta Avrupa Üniversitelerinde master yaptı. 2003 yılında Spinoza isimli romanı ile Makedon Roman ödülünü, 2010 yılında ise Sigmund Freud’un Kız Kardeşi isimli romanıyla da Avrupa Birliği edebiyat ödülünü kazanmıştır. Kitapları otuzdan fazla dile çevrilmiştir.



Arka Kapaktan:
Freud’un Kız Kardeşi - Goce Smilevski
Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü-30 Dilde Çeviri
Bağlayıcı olması beklenir kardeşliğin. Öyle umulur. Kardeşler birbirlerine borçludur ya; bir soluk, bir omuz, bir teselli...
Yine de düşünceler karmaşıklaşınca zihinde, unutulabilir borçlu addedildiğimiz görevler.
Bu kitap, dünyaca ünlü psikanalist Sigmund Freud’un ve onun dört kız kardeşinin gerçekte de yaşanmış sarsıcı öykülerini anlatmaktadır. Freud, İkinci Dünya Savaşı döneminde Viyana’ya girmek üzere olan Hitler’in yaratacağı yıkımdan kurtarılmak için Londra’ya götürülür. Ona Londra’ya geçmesi için yardım eden kimseler, yanına almak istediği insanların isimlerini bir liste haline getirmesini isterler. Freud o listeyi hazırlar. Eşi ve çocukları dışında eşinin ailesi, doktoru, doktorunun ailesi, hizmetçileri, hatta küçük köpeği bile vardır listede. Ancak dört kız kardeşi yoktur.
Freud’un seçimi kardeşlerinin kaderini nasıl şekillendirecektir? 
O karanlık günlerde verilen bir sınavdır belki de yaşananlar; kardeşlikle ilgili bir sınav. Belki de bir iç savaş; galibi de mağlubu da belli olmayan…
“Nefis bir roman… Beni böylesine etkileyen başka bir kitap hatırlamıyorum.”
VESNA MOJSOVA-CEPISEVSKA (MAKEDONYA)
“Ustaca ve çarpıcı.”
KNACK (BELÇİKA)
“Smilevski değişik ve ayırt edici tarzıyla, iç yaşamımıza ve fikir dünyamıza güzel bir bakış açısı getiriyor.”
BOEK (HOLLANDA)
“José Saramago gibi kuvvetli, çok yönlü ve detaycı bir yazar.”
LA REPUBBLICA GAZETESİ (İTALYA)
 
Yorumum:
Genelde gündemde olan kitaplara fazla ilgi göstermediğimden daha evvelden de bahsetmiştim sanırım. Ama bu sefer öyle olmadı. “Freud’un Kız Kardeşi” adlı kitabı okumak istedim. Bunun sebebi lise ve üniversite yıllarında bazı derslerimizde Sigmund Freud ve psikanaliz ile ilgili konuları okumuş ve konu üzerinde uzun uzadıya sohbetler etmiştik. Freud’un fikirlerini pek beğenmesem de, Makedon bir yazarın Freud’la alakalı neler yazmış olabileceğini merak ettim. Freud’u kitabında benim düşündüğüm birisi gibi mi, yoksa bilmediğim daha pozitif yönlerini mi anlatmıştı acaba. Kitap ismiyle de oldukça dikkat çekici olmasının yanı sıra ayrıca Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış olması da onu okumam da önemli bir etken oluşturdu.

İkinci dünya savaşının başladığı yıllar ve yer Avusturya’nın Viyana şehri.
Viyana Hitler’in ordusu tarafından işgal edilmiştir. Freud nüfuzu sayesinde Londra’ya gidebilme imkânını yakalamıştır. Ayrıca kendisi ile birlikte götürebileceği kişilerin listesini de yapma olanağı da kendisine sunulmuştur.



Freud listeyi hazırlamıştır. Listede eşinin ailesi, doktoru ve doktorunun ailesi, hizmetlileri ve onların aileleri ve hatta köpeği bile vardır. Ancak bu listede dört kız kardeşinin de ismi yoktur. Bu duruma en çokta Freud’la duygusal bağının güçlü olduğu kız kardeşi Adolphina üzülmüştür. Hatta yıkılmıştır. Aslında bu Adolfina’nın ikinci yıkılışıdır. İlk yıkılışı Freud evlendiği zaman yaşamıştır küçük kız kardeş. Adolphina’nın anlatımıyla devam eden hikâye de Freud'un kız kardeşi Adolphina ile geçmişe yolculuğa çıkıyor okurlar. Bu geçmişte önemli bir nokta da Adolphina’nın annesi tarafından hiç sevilmediği ve şefkatten uzak bir çocukluk yaşadığını bilgisine ulaşıyoruz.
Kız kardeşlerini kurtarmak için neden çaba sarf etmediği gerçeğini herhalde bizlere söyleyebilecek tek kişi Freud’dur. Bizler sadece konu üzerinde varsayımlar üretebiliriz. Kaldı ki Freud’u anlamak zaten başlı başına zor bir işken, bir de aile bireylerini bu şekilde yüz üstü bırakması anlaşılacak bir durum değil elbette. Ama Freud bu, her şey beklenir ondan:)
İkinci dünya savaşı dönemi ile ilgili yazılan hikayelerin çoğunda olduğu gibi, bu da insanın yüreğine dokunarak acı veriyor insana tıpkı Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş adlı eserindeki gibi. Anlatılanların gerçekten yaşanmış olması bunu daha dramatik kılıyor elbette.
Savaş dönemindeki insan hayatı, acı, ızdırap, melankoli, dram gibi olaylara ilgi duyanlar rahatlıkla okuyabilir. Kitapla ilgili belki de tek eleştirim yazarın konular arasındaki geçişlerini sert yapmış olması diyebilirim.
Kitabı genelde beğendim. Ama Freud’u niçin sevmediğimi, kendime neden uzak hissettiğimi bu kitapta Freud’un aile içi yaşantısını çocukluğuna inerek daha iyi anladım ve kendime hak verdim. Freud sevilecek bir adam değilmiş zaten bunu anladım…

24 Kasım 2014 Pazartesi

24 Kasım Öğretmenler Günü

Bir insanın okuyabileceği, eğitim alabileceği tüm okulları bitirmiş hepsinden başarıyla mezun olmuştum.
Fakat şimdi ömrümün sonuna dek sürecek olan ve geride bıraktığım yirmi yıllık öğrencilik yaşantımdan daha zor olan hayat okulunun içindeydim.
Burada başarılı olup olamayacağımı zaman gösterecek ti, lakin notumu ve değerlendirmeyi içinde yaşadığım sosyal toplum yapacaktı. Bunu biliyordum.
Bazı zamanlarda hayat okulundaki notumla ilgili kısmı değerlendirmeleri olumlu yahut olumsuz olarak yaşarken görebiliyor veya bu bana hissettiriliyordu. Ama Hayat okulunu geçip geçemediğimi ben göremeyecektim. Onu ancak Allah gecinden versin ahir zamana göçtükten sonra diğer insanların arkamdan konuşacakları
olumlu yada olumsuz değerlendirmeler belirleyeceklerdi. Evet, yaşanan bir olay veyahut hatırlanan bir anı esnasında işte filanca yaramaz adamdı, olmadı bir başkası başka bir durumda o var ya adam gibi adamdı diyecekti belki de. Gerçi insanın gönlü hep ikinci seçenekten yana konuşulmasını arzu eder elbette değil mi?

İşte hayat okulunda nöbette, işimin başında olduğum bir gün karşıma lisedeki karı koca matematik öğretmenlerim çıkıverdiler. Burada adlarını zikretmekten gurur duyacağım iki öğretmenim
Muhittin ve Servet KANDİLCİ. Kalabalık salon içerisinde kendilerini hemen fark etmiştim. Fark etmemiş olmam aptallık, kadir bilmezlik olurdu. Tam üç yıl boyunca isimlerini aşağıda vereceğim diğer öğretmenlerimle varlarını yoklarını, değerli zamanlarını, tüm orta yaş enerjilerini, kendi öğretmenlerinden ve hayat okulundan aldıkları tecrübeleri ile birleştirerek topluma faydalı bir fert olarak yetişmemi sağlayan canım öğretmenlerim.  Alınlarındaki ve yüzlerindeki çizgiler biraz daha derinleşmiş ve artmış olmasına rağmen her ikisinin de hafızamdaki resimleri hala aynıydı. Benim iyi bir meslek sahibi olmam, vatanıma ve milletime, aileme faydalı bir insan olmam için mesai harcandıkça derinliği artan o çizgiler. Biz öğrencilerin yalnız ve tek başımıza kaldığımızda önümüze çıkan güçlüklere nasıl göğüs germemiz gerektiğini, karşılaştığımız çatallanmış bir kavşakta hangi yolu seçmemiz gerektiğini, seçtiğimiz yolda sağlam adımlarla nasıl yürünmesi gerektiğini öğretirken derinleşen o çizgiler. O çizgiler benim için onlara yüce Allah’ ın vermiş olduğu birer gurur nişanesiydi.

Hemen yanlarına koştum ve önce bayan olması dolayısı ile Servet Hocam’ ın ellerinden öptüm, ardından Muhittin Hocam’ ın zamanın derisini bir pamuk gibi yumuşattığı ellerine sarıldım ve öptüm. Her ikisi de beni yanaklarımdan öptüler. Zaman Muhittin Hocam’ ın sadece ellerini değil yüreğini de yumuşatmıştı. Duruşu ve görüntüsü itibari ile hep sert mizaçlı olarak bir görüntüsü vardı. Ama bu görüntüsünün altında altın gibi bir kalbi olduğunu ben dahil bütün öğrencileri bilirdik. Bu sırada Servet Hocam bana yaptığım iş ve mesleğimle ilgili sorular sordu.
Ben lise mezuniyetim sonrasındaki yaşantımı kısa birkaç cümleyle ifade ettim ve kendilerine müteşekkir olduğumu, her şeyin kendi eserleri olduğunu büyük bir heyecan ve hürmetle aktarırken Muhittin Hocam’ ın koyu renkli gözlük camının ardından bir damla yaşın ağır ağır yanaklarına doğru süzüldüğünü fark ettim. Servet Hocam bak gördün mü Hocan çok duygulandı onu ağlattın dedi. Ama bu gözyaşının bir öğrencisini topluma faydalı bir birey olarak karşısında görmenin getirdiği gururdan olduğunu da söyledi. Yıllar sonra sevdiğim, değer verdiğim bu muhteşem iki insanın hakkımda olumlu cümleler sarf ediyor olması sonucu şimdi de benim gözlerim dolmuştu. Hayat okulunda doğru yolda emin adımlarla yürüdüğümün bir işaretiydi bunlar ve ben o zaman tüm öğretmenlerimden elde ettiğim bu ışıkla yoluma devam etme kararı aldım. Daha sonra gurur, sevinç, mutluluk ve biraz da hüzünle vedalaştık.


O akşam işten eve dönüp de gece başımı yastığa koyduğumda ilkokuldan üniversite bitimine kadar kişiliğimin ve toplum içerisindeki yerimin oluşmasında katkıda bulunan tüm öğretmenlerim gözümün önünden bir film şeridi gibi, ama dünyanın en güzel filmini izler gibi geçiyordu ki rahatlamış huzurla uykuya dalmışım. Ama filmin devamını o gece rüyamda izlemeye devam ettim.  Bu filmde öğretmenlerim bir insanı, yani beni inşa ediyorlardı. Temel taşlarımı ve okuma sevgisini ilkokul öğretmenim Yahya Çiller, yaşama sevincimi üniversite hocam Walter Menzler veriyordu. Disiplinli olmayı lisede matematik öğretmenim Muhittin Kandilci öğretirken, sosyalleşmemi lise öğretmenlerim Servet Kandilci ve Bilal Baz sağlıyordu. Espri anlayışıma lise öğretmenim Ahmet Duran Yavuz etki ederken, zamanı iyi değerlendirmeyi ve dakik olmamı ortaokul öğretmenim Bay Gruber enjekte ediyordu. Hayat okulunun giriş şifresini üniversite hocam Turgut Ekmekçi öğretirken, vatan sevgisini lise öğretmenim Kemal İzzet Naldöken önce zihnimde damıtıp sonra yüreğime damlatıyordu.   
Çalışma azmimi üniversite hocam Onur Bilge Kula kamçılarken, dili temiz ve düzgün kullanmama üniversite hocam Sylvia Zinzade katkıda bulunuyordu.

Bir huşu içinde filmi izleyip giderken çalar saatin kulakları tırmalayıcı sesiyle 06:30’da istemeyerek uyandım. Ama daha adını sayamadığım ve sevgilerini yüreğimin ta derinlerinde yaşattığım ve hissettiğim tüm öğretmenlerimin ellerinden saygıyla öperken, hepsinin öğretmenler gününü kutluyorum.  Hayatta olanlara sağlıklı uzun ömürler dilerken, hakkın rahmetine kavuşmuş olanların mekânlarını Allah cennetten bir bahçe eylesin inşallah. 

18 Kasım 2014 Salı

James Last - Lonesome Shepherd

Güneşli bir kasım sabahında kahvaltı yaparken huzur bulduğum bir parçayı dinlemek kahvaltı zevkine ayrı bir keyif ve renk kattı doğrusu.

14 Kasım 2014 Cuma

Allah De Ötesini Bırak



Kitap Hakkında:
Adı: Allah De Ötesini Bırak
Yazar: Uğur Koşar
Sayfa:176
Ebat: 14x20 cm
Satış Ücreti: 15 TL
Değerlendirmem:%90
Ne Buldum:Kendimi ve Hayatın Kendisini

Konusu Arka Kapaktan:

Allah her şeyden haberdardır, sanmayın ki size yapılan haksızlığa kayıtsız kalıyor. O, size bir annenin evladına yaklaştığı merhametten daha fazla merhamet duyandır. Duanın karşılığını takip etmeden “Allah de ötesini bırak”. Kul Rabb’ini imtihan etmez. O’na tevekküle yaklaştığında rahmetini tüm hücrelerinde hissedeceksin.

Karşında o kadar çok maskeli insan var ki onları tanımak için yoruluyorsun. Şayet dikkat edersen güzel olan bir şey var; o senin hakkını aldıkça sen onun sevaplarından kazanıyorsun. O halde kaybettim diye üzülme, biraz daha derin bakarsan, aslında kazandığını fark edeceksin!.. 

Aşık olacaksın evet ama kalbini Allah aşkıyla yakacaksın… Dünyanın geçici olduğunu, biteceğini İDRAK edeceksin; sadece sonsuz kudrete bağlanacaksın.Allah’a bağlı yaşayacaksın. İşte Uğur Koşar bu kitap da sana herkes gibi Allah’ı anlatmıyor O’nu adeta hissettirip yaşatıyor.!                                                                                                              Psikolog Cavidan Ebru Kızıl

Yirmi yıldır terapi deneyimlerinde elde ettiğim sonuçlardan biri şudur ki; eksik olan parçaları yitirdiğini düşünen ve bunları arayarak çıkmazlara giren ve bunun da dışarıda olduğunu sanan çok büyük bir çoğunluk çeşitli psikolojik sorunlarla ruh sağlıklarını bozmuştur.
Bu büyük çoğunluğa eserlerinde ve görüşlerinde öze dönüş yolunda katkı sağlayan, aradıklarını bulabilme cesareti ve ışığı olan Uğur Koşar Dostuma “Allah De Ötesini Bırak” ile özlerine dönebilmesi adına ışık olan eserinden dolayı en içten teşekkürlerimi sunuyorum…
Uzm. Psikolog Abdullah Topal

Kitap Hakkında İzlenim ve Yorumum:

Uğur Koşar’ın okuduğum bu ilk kitabını bir arkadaşımın ısrarla tavsiye etmesi üzerine bir kitap sitesinden 8 TL gibi uygun fiyata aldım ve okudum. Genelde ısrar ve tavsiye üzerine kitap almam. Okuyacağım kitapları araştırarak, dokunarak, görerek inceleyerek ve kalbimin sesini dinleyerek alırım. İlk defa tavsiye üzerine bir kitap aldım. Ne hikmettir ki, kitabı bana tavsiye eden arkadaşım da hayatı boyunca belki de topu topu beş kitap ya okumuştur, ya da okumamıştır. Onu kırmamak adına iki adet sipariş verdim ve diğerini de arkadaşıma hediye ettim. 
Kitap vardır insanı bir anda sarar alır götürür, kitap vardır 20-30-50 sayfa okursunuz ama
okuduğunuz her sayfada sizi sıkar, ömrünüzü bitirir. Destek Yayınları’ndan çıkan Uğur Koşar’ın “Allah De Ötesini Bırak” adlı bu kitabı birinci kitap örneğine uyan bir eser.
Kitabı elime alıp okumaya başladığımda kitapta adeta kendimi yeniden buldum.  Silkindim kendime geldim. Yüce dinimizin tüm güzelliklerinden tutun da arı Allah sevgisine kadar geniş çerçevede çeşitli konulara değinen kitap insan olarak eksik kalan yönlerimizi tamamlamamıza da yardımcı oluyor.

Kendi adıma konuşmam gerekirse, az çok bildiğim konularda biraz daha fazla detay vererek bilgileri tazelememi sağladı diyebilirim. Ama arkadaşım açısından bakarsak ona çok şey kazandırdığı, bilmediği konularda bilgi dağarcığına yeni bilgiler eklediği ve hayata, geleceğe, insanlara bakışında yeni ufuklar açtığı kesin. Bunları nasıl bu kadar net söyleyebiliyorsun diye aklınıza bir soru gelebilir. Zira kitabı okuduktan sonra kendisi ile kitap hakkında yorumlarımızı karşılıklı olarak paylaştık ve bu sebeple onun kazanımlarından bu kadar kesin konuşuyorum. Onun adına sevindim elbette.

Ayet ve hadislerle desteklenen kitap, aciz olan insanın Allah’a koşulsuz inanması ve güvenmesi sonucunda âlemlerin Rabbi yüce Yaratıcı’ nın kendisini yalnız ve yarı yolda bırakmayacağını dile getirmektedir. Kalbi Allah sevgisi ve imanla dolu olan insanların gündelik yaşamlarında uğradıkları haksızlıkların, haksızlığı yapanın yanına kar kalmayacağını, her şeyi bilen ve gören RAHMAN’ın kulluk vazifesini yerine getiren kullarının her daim yanında olacağına vurgu yapmaktadır.

Kitabı özetlemek hem çok zor hem de çok basit. Zor diyorum, çünkü Tasavvufi bir kitap. Derin ve önemli konuları irdeliyor. Bu öyle her babayiğidin harcı değil. Kolay diyorum, çünkü yaşamın ta kendisini anlatıyor. Kitapla ilgili tek söyleyebileceğim, sıradan, renkli şatafatlı kapaklarla süslenerek albenisi arttırılan, birbirinin tıpa tıp aynısı ve edebi değerlerden uzak kitaplar alıp okuyacağınıza (sizler ne demek istediğimi anladınız sanırım) bu kitabı alın okuyun derim. Herkese tavsiyedir. Okuduktan sonra düşüncelerinizde ve davranışlarınızda değişiklikler olacağını söylersem yalan söylemiş olmam. İyi okumalar dilerim.

Kitabı okurken yıllar önce karaladığım bir şiiri anımsadım ve bu kitaba ve kitapta anlatılanlara uygun düşeceğine inandığım için burada onu da paylaşıyorum.
Ayrıca bu şiiri yazarken çok garip bir olay yaşadım. Şiiri yazıp bitirdiğim ve son noktayı koyduğum anda cep telefonuma eski iş yerimden bir arkadaşımdan bir sms aldım.
Mesajda sadece şunlar yazıyordu:
"Allah-Lailahe-illallah-hak Muhammed un-resullullah"
 İşin garip olan kısmı ise ertesi gün sabah bu arkadaşımı arayıp da  sorduğumda bana kesinlikle böyle bir mesaj atmadığını söyledi.
Ama mesaj onun telefon numarasından gelmişti.

Bakma *
.......
........

Ruhunu aydınlatan nurlu sevgiyi gör;
Fani dünyadaki çıkar sevdalarına bakma…
Mademki ilahi aşk yüreğine Rahmet'ül Kevser akıtıyor;
Dünyayı altın tepside sunsalar da bir kez olsun dönüp bakma…

>Allah-Lailahe-illallah-hak Muhammed un-resullullah.<

- Yaşar SALDIK 20.01.2006 23:17:24 -

* dörtlüğü karalarken Mesnevi'den etkilendiğimi söylemeliyim...


4 Kasım 2014 Salı

Huzur ve Pişmanlık

Bir zamanlar henüz daha çocukken ve şimdiki gibi bilgisayar, tablet, oyun konsolları ya da playstation yokken, sokakta çelik çomak, saklambaç, yakar top, bilye oynardık. Sokak aralarında plastik topla mahalle maçı yapar, kızlı erkekli çizgi oynar, ip atlardık. Kargı kamışından uçurtma yapar, kırlarda hep birlikte uçurur, çiğdem toplardık.

Acıkınca elimizin altında atıştırmalık bin bir çeşit kek kraker, bisküvi ve çikolata çeşitleri yoktu. Bir dilim somun ekmek üzerine margarin sürer, onun da üzerine toz şeker serper, bunu ballandıra ballandıra yerdik. Bazı arkadaşlarımız da ekmeğin üzerine salça sürer, salçalı ekmek yerdi.
Ama bu bir dilim margarinli, şekerli ekmekten aldığımız lezzeti ve bize yaşattığı hazzı tarif etmek mümkün değil maalesef. Günümüz atıştırmalıkların hiç birisi o mutluluğu bana yaşatamaz.


O zamanlarda benim olduğu gibi birçok erkek çocuğun elinde sapan vardı. Can ciğer arkadaşım; şimdikilerin tabiriyle kankam Mustafa ile birlikte her gün dere kenarlarından taşların en güzelini, en yuvarlağını arayıp bulur, seçerdik, sonra da Mustafa bunu ceplerine doldururdu. Ve benim bir elimde sapan diğerinde en güzel, en yuvarlak taş, sağımda ise Mustafa olduğu halde her ikimizin de başı havada sokak sokak, bahçe, bahçe ağaç dallarında kuşları takip eder, onları uçup gittikleri diğer ağaçta pusuya düşürmenin yollarını arayıp bir avcı misali gezer dururduk. 
Tabiri caizse bir av köpeği titizliğinde ve sessizliğinde sinsice dallarda doğaya şakıyan narin güzelim kuşlara yaklaşır siper alırdım. Kankam ise iki adım arkamda siperde hedef küçültmüş asker misali beni takip ederdi. Çoğunlukla bu bir serçe kuşu, sığırcık, çalıkuşu ya da yağmur sonrası ortaya çıkan saka kuşları olurdu. Ne zaman ki hedefi gözüme kestirdiğimde, düşmanımı alaşağı edebileceğim vaktin geldiğine inandığım anda, sol elim önde çatalı tutarken, sağ elimle sapanı gücümün yettiği kadar gerdirip güdümlü mermiyi yani sapan taşını o çocuk aklımla büyük bir heyecan içinde, kalbim küt küt çarpa çarpa düşmanıma gönderirdim. 
Biraz önce hiçbir şeyden habersiz, cik cik diye diğer arkadaşları ile konuşan kuş göğsüne veyahut başına aldığı şiddetli taşın darbesiyle aynı anda dalların arasından sararmış bir yaprak misali yere düşerdi. Hemen kuşun yanına koşar, ölmüşse avımı elime alır kankama gösterir, yok hala can çekişiyorsa bir elimle kuşun başını, diğer elimle gövdesini tutar, onu başımın üstünde havaya kaldırır, kafasını kopartır, arkama atardım. Sonra da onu yerden alır Mustafa’ya verirdim.  Bunu yaparken hiçbir acıma hissi duymaz, bilakis ödülünü almış sporcu misali yaptığımla gurur bile duyardım.

Ama işin ilginç ve garip tarafı hiçbir büyüğümün bana bunun günah olduğunu, hayvanları keyfi öldürmenin gaddarlık ya da yanlış olduğunu söylememesiydi. Bu sanki çocukça bir oyundu onlar ve bizim için. Fakat acımasızca, gaddarca, canice bir oyun. Adına ne kadar oyun denilebilirse. 

Aradan yıllar geçip takvimler 4 Kasım 2014'ü gösterdiğinde artık çocuk değildim. Kocaman bir adam olmuştum.  Zaman denen canavar hiç durmadan ilerliyor, hayatımdan anlarımı çalıyordu. Artık bir kırsalda değil uzun bir zamandan beri şehirde yaşıyordum. Ekmek elden su gölden dönemi de bitmiş kendi ekmeğimi kendimin kazandığı bir zamandaydım.

Uzun bir süredir özel bir şirkette insana hizmet sektöründe, yani en zor sektörlerden birinde çalışıyordum.  Zira memnun etmenin, mutlu kılmanın en zor olduğu sektörlerden bir tanesi, insana hizmet sektörüydü. Uzun, uzun olduğu kadar ucu açık ve stresin doruk noktaya çıktığı çalışma saatleri ve bunun yansıra hareketli, kalabalık şehir hayatı beni yormuş, hatta yıpratmaya başlamıştı. Vakit ve fırsat buldukça yalnız kalmak ve sessiz bir ortam arıyordum. İşte böyle bir psikoloji içinde olduğum bir günün sabahında henüz daha mesaim başlamadan birkaç dakika parka gidip biraz ruhumu dinlendirmek istedim. Büyük çam ağacının altındaki banka oturdum. Etraftaki ağaçları, ağaçların altında yürüyüş yapan insanları, birbiriyle oynaşan sokak köpeklerini izliyordum. O anda belki diğer insanlar için olağan dışı olmayan, lakin benim için olağan dışı bir şey oldu.
Ne mi oldu? Oturduğum bankın önündeki cılız küçük ağaca bir çift çalıkuşu kondu. İncecik dalların arasında küçük küçük sıçrayışlarla kendi aralarında oyun oynuyorlardı. Bunu yaparken de güzel güzel insanın ruhunu dinlendiren hoş bir sesle şakıyorlardı. Evet, onları orada oturup izlerken dinlenmiş, zihnim boşalmış, huzur bulmuştum.  
Ama bir anda zihnimde bir şimşek çaktı, çocukluğumda sapanla kuş avladığım ana geri döndüm. İşte o anda o daldaki bir çift çalıkuşuna baktım ve içimde büyük bir acı hissettim.  Yüreğim sızladı. Yıllar önce amansızca takip ederek peşinden koştuğum, acımasızca canına kıydığım, hala canlı olanlarının başını gövdesinden ellerimle ayırdığım kuşlar ne büyük bir hikmettir ki bana huzur veriyor onları izlemek beni dinlendiriyordu.

Ne kadar acı, ne kadar üzüntü veren bir sahne olursa olsun, gerçek buydu işte. Yüce Allah bana bir çift kuşu vesile ederek huzur bulmamı sağlamış, aynı zamanda da bu olaydan pişmanlık duymama neden olmuştu.  Evet, şimdi huzurluydum ama onlara biraz önce baktığım gibi gıpta ederek, sevgi dolu bakamıyordum. Onlara bakmaya korkuyor, yıllar önce bir çocukken de olsa yaptıklarımdan utanıyordum.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Cumhuriyet Bayramı


1908 yılında II.Meşrutiyetin ilanından sonra onlarca yıla yakın zamandır hükümranlığımız ve korumamız altında yaşamış olan devletler dış devletlerin kışkırtması ve destekleri ile Osmanlı’ya cephe almış, savaş açmışlardır.

Koskoca imparatorluksa atılan yanlış adımlardan dolayı zaman içinde küçüle küçüle bir avuç Anadolu kalmıştır. Onu da parçalamak için sömürgeci devletler göz dikmiş, yıllardır planlı bir şekilde uygulamaya koydukları senaryoyu 1914 yılında 1.DÜNYA savaşı’nı çıkartarak gerçekleştirme yolunda ilk adımı atmışlardır.

Vatanımızın her bölgesi gözünü hırs bürümüş sırtlan düşman devletleri tarafından bir bir işgal edilmeye başlamıştır. Lakin bilmedikleri bir şey vardı. Bu Millet sıradan bir Millet değildi. Bu Millet Alemlerin Rabbi tarafından yeryüzünde seçilmiş asil bir milletti. Bilmedikleri bir şey daha vardı; o da bu millet zora düştüğünde her zaman içinden liderlik edecek cesur, gözü pek ve zeki birisini çıkartabilirdi.


Bu seferde öyle olmuştu. Dört yıl boyunca Anadolu topraklarını işgal eden, eziyetin, işkencenin, kahpeliğin bin bir türlüsünü insanlarımız ve topraklarımız üzerinde denemekten ve uygulamaktan çekinmeyen İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve maşaları, geçici bir hâkimiyet kurduklarının farkında olmadan kendilerince afyon yutmuş maymun mahmurluğu içindeydiler. 
Yüce Allah’ın izniyle, insanüstü bir azimle liderlik vasıflarını da kullanarak, arkadaşlarıyla birlikte milletini düştüğü bu kötü durumdan kurtarmaya çalışan Mustafa Kemal vardı. Stratejik hamleleri askeri dehasını kullanarak bir bir gerçekleştirmeye başlayan büyük kumandan, asalak, sömürgeci devletlere karşı her bir cephesinde yaşanan kahramanlıkların tarihe altın harflerle düştüğü “Kurtuluş Savaşı” nı başlatmıştı. 





Arkasına büyük Türk Ulusunu da alarak başlattığı bu savaşta tarihin en çetin cephe savaşları yaşanmıştır. Yüz yüze, göğüs göğse yaşanan bu çarpışmalarda Türk Milleti onlarca kahramanlık destanı yazmıştır. Bu destanları günlerce anlatsam bitmez elbette. İşte bunlardan bir tanesinde bu milletin ne kadar asil olduğunun adeta ispatı gibi tarih sayfalarına şöyle kayıt düşecektir.
Çanakkale Savaşlarında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar, biz Türkler gibi mert bir milletle savaştık. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve âlicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşların donduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..."
İşte bizim askerlerimiz bu toprakları düşman askerlerinin elinden söke söke alarak, onları bir çakal sürüsü gibi kovalayarak denize dökmüş, böyle asil bir ruhla şahadet şerbeti içerek kurtarmışlardır. 

Çeyrek milyon şehit kanıyla sulanan canım Anadolu 29 Ekim 1923 sabahına ufukta günlük güneşlik bir günle uyanmıştı. Gökyüzünde güneş bir başka güzel ışıldıyor, kuşlar gökyüzünde bir başka neşeli kanat çırpıyordu. Zira Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde TBMM’ inde Anadolu’da yeni bir devlet kurulmuştu. Bu devletin adı Türkiye Cumhuriyet’iydi.

Bu toprakları canları, kanları pahasına koruyan yüce şehitlerimizin, tarihin en büyük askeri dehası Mustafa Kemal’in ve tüm şerefli silah arkadaşlarının huzurunda saygıyla eğiliyor, onları minnetle anıyorum.
          CUMHURİYET BAYRAMI’MIZ KUTLU OLSUN !!!

28 Ekim 2014 Salı

Halas


Kitap Hakkında:

Kitap Adı: HALAS (Kurtuluş)
Yazar     : Mehmet RAUF
Yayınevi: Bahar Yayınevi
Sayfa     : 360
Kağıt Kalitesi: 2.Hamur

Ebat      : 12x22 cm







Yazar Hakkında:

Mehmet RAUF

17 Agustos 1875 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulu Balat Defterdar Mahalle Mektebi’nde, ortaokulu ise Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesinde tamamladı. Rüştiyeden sonra Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriye’ye yazılarak deniz subaylığı eğitimi almaya başladı. 1884-1893 yılları arasında Mekteb-i Fünun-i Bahriye-i Şahname mektebinde öğrenim gördüğü yıllarda edebiyata olan ilgisi ortaya çıkmaya başlar.
16 yaşındayken yazdığı Düşmüş adlı hikayesi Halit Ziya’nın İzmir’de çıkardığı Hizmet gazetesinde yayınlanır. Öğrencilik yıllarında İngilizce ve Fransızca’yı iyi bilen yazar batılı edebiyatçıları kendi ana dillerinden okur. Bahriye Mektebi’nden mezun olduktan sonra
Girit’te staj görmüş, stajın bitiminden sonra Kie Kanalı’nın açılması ile görevli olarak oraya gitmiştir.
Sait Halim Paşa’nın sadaret şifrecisi olarak yaptığı sırada İstanbul’da çeşitli gönül maceralarına sürüklenmiştir. İlk evliliğini Tevfik Fikret’in halasının kızı  Sermet Hanımla
Yapmış ve iki kızı olmuştur. Sonrasında iki kez daha evlenmiştir. Tüm eşlerinden kız çocuğu olan yazarın hiç erkek çocuğu olmamıştır. Bir Zambak Hikayesi müstehcen romanı sebebiyle askeri mahkemeden 6 ay hapis cezası almıştır. Bu olaydan sonra orduyla ilişkisini kesmiş edebiyata yönelmiştir.
Mektep dergisinde, Edebiyat-ı Cedide kurulduğu zaman da Servet-i Fünun’da hikayeler, mensur şiirler, edebi yazılar yazmış Servet-i Fünun’da yayımlanan Eylül romanıyla tanınmıştır.
İkinci eşi ile evli iken kendisinden  28 yaş küçük olan Muazzez hanım ile 3.evliliğini yapmıştır. Lakin felç geçirerek kötürüm olmuştur. Buna rağmen devlet kendisine aylık bağlamış ve bakım masraflarını üstlenmiştir.
Yazar sürdürdüğü hızlı, maceralı ve dengesiz hayat sonunda 23 Aralık 1931 yılında yoksulluk içerisinde vefat etmiştir.

Başlıca Eserleri:
Eylül (İlk psikolojik romandır)- Ferda-i Garam- Karanfil ve Yasemin
Genç Kız Kalbi – Böğürtlen - Son Yıldız – Tuba – Halas - Ceriha
Kan Damlası – Define Bir Zambak Hikayesi – Darendem - Kan Damlası
Hikaye Kitapları[değiştir | kaynağı değiştir]
İhtizar - Son Emel - Aşk Kadını - Eski Aşk Geceleri - Gözlerin Aşkı
Aşikane - Siyah inci - Hanımlar Arasında

Mensur şiir:
Kazım - Siyah İnciler - Sonbahar

Tiyatro Oyunları :
Pembe Köşk - İki Kuvvet - Yağmurdan Doluya
Pençe(1920) - Sansar (1920)- Cidal (1911)- Diken (1911) 



Konusu Arka Kapaktan:

Konusunu İstiklal Savaşı'ndan alan Halas (Kurtuluş) Mehmet Rauf'un yazdığı son romandır. Vatan sevgisinin her şeyden üstün bir tema olarak işlendiği romanda, çöken bir imparatorluğun içinde bulunduğu duruma tanıklık ediyor, Mehmet Rauf'un kaleminden asker-sivil aydınların düşüncelerini okuyoruz. İşgal öncesi İzmir'inin sosyal yaşamından kesitler taşıyan bölümleri ve Yunanlılar tarafından işgalinin anlatıldığı satırlarla ilginç bir yapıt olan Halas'ta (Kurtuluş) olaylar 1918-1921 yılları arasında geçer. Halas (Kurtuluş) yayınlandığı yıl (1929) Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Dairesi'nce okullara tavsiye edilmiş, yazarı ödüllendirilmişti. 




Kitap Özeti ve Yorumum:
HALAS (Kurtuluş)Roman kahramanımız harp okulundan yeni mezun olmuş teğmen Nihat’tır. İstanbul’dan İzmir’e babasından kalan birkaç dükkan ve menkulü satmak üzere gelmiştir. Burada mülklere müşteri ararken kiraladığı pansiyonun karşısındaki evde oturan bir İngiliz işadamının kızı olan Bearice ilgi duymaya başlar. Lakin mütareke günleridir. Yunanlıların İzmir’i işgal etme işaretleri açık açık görünmeye başladığı günlerin birinde Beatrice’lere ziyarete giden Nihat, burada kızın babası tarafından milli gururu incitilince evden apar topar ayrılır.
Milli duyguları ağır basan kahramanımız kızla olan ilişkisini bir çırpıda keser. İzmir’de vatanın kurtuluşu için çaba gösteren Miralay Emin Bey’le tanışır. Birbirlerine o kadar ısınırlar ki, bir baba oğul ilişkisi ve güveni içinde vatanın kurtuluşu üzerine fikir alışverişinde, sohbetinde bulunurlar. Lakin bu uzun sürmez. Bir gün bir bey Nihat’a iki adet metup getirir. Miralay EMİN Bey’in kalp krizi geöirerek öldüğünü, ölmeden evvel de bu iki mektubu kendisine verilmek üzere gönderdiğini, mektubun birisinin İstanbul’daki kızına, diğerinin ise kendisine ait olduğunu söyler. Teğmen Nihat yıkılmıştır.


Babasından kalan malları apar topar satan Nihat İstanbul’a döner. İlk işi Miralay’ın kızı İclal’i bulmak olur. İclal dayısının yanında yaşamaktadır. İclal’in dayısı düşmanla işbirliği içinde olan adi herifin tekidir. Mektubu alan İclal harab olmuştur. Kızı ilk görüşte gönlünü kaptıran Nihat, nispeten de babası tarafından kendisine emanet edilen kızın uzun süreli böyle adi bir herifin yanında kalamayacağına karar verir. İclal de Nihat’a ilgi duymaktadır. 

İclal de Nihat’a ilgi duymaktadır.
Her iki genç birbirlerini severler ve kurtuluş sonrası evlenmeye karar vererek kendi aralarında nişanlanırlar. Kurtuluş hareketine katılmak isteyen Nihat İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye karar verir. Binbaşı Behiç Bey Anadolu’da bir köyde kendisine yardım edeceği bir ailenin ismini verir.Gizlice bu ailenin evine gelen Nihat’ı eskiden köyde yaşayan ve şimdi İngilizlere ispiyonluk yapan rum köylü görür ve eve baskın yapar. Nihat evde gizlenir. Lakin rum evden çıkmak istemez. Evin kötürüm babası rumun boğazını sıkar, Nihat silahı alnına dayar. Yaşlı adam o kadar sıkmıştır ki öldü diye bırakırlar. Bu sırada devriye gezen askerler ışığı görürler ve eve baskın yaparak Nihat’ı yakalarlar. Bu esnada da rum kendine gelmiştir. Askerler kahramanımızı İngilizlere teslim ederler. Onlar da Nihat’ı zindana atarlar. Aradan 8 ay geçer ve yargılanmak üzere mahkemeye çıkardıkları sırada koridorda eski gönül dostu Beatrice onu görür, bitap düşmüş olmasına rağmen tanır. Kurtulmasına yardım eder. Nihat’a ikinci kez evlenme teklif eder. Nihat İclal’le nişanlandığını, onu sevdiğini ve birlikte kaçarak Ankara’ya gideceklerini söyler. Aşkını içine gömen Beatrice ikisini de yemeğe davet eder ve sonrasında…

Evet sonrasında acaba İstanbul’dan Anadolu’ya geçebilecekler midir? Yoksa sürpriz bir sonla mı bitecektir. Merak ediyorsanız alın okuyun derim.Yazar Cumhuriyet’in kuruluş öncesi dönemini anlatırken aynı zamanda asker ve aydınların bu dönem hakkındaki düşüncelerini ve milli duygu ve görüşlerini de açığa vuruyor. Mehmet Rauf’un yazdığı son roman olan Halas, yayınladığı yıl okullara tavsiye edilmiş ve kendisine ödül kazandırmıştır.

Romanı tam iki yıl evvel okumuştum, Cumhuriyet’in kuruluşunun 91.yılı anısına 2.kez okudum. Okumaya değerdi çünkü. Mehmet Rauf’un okuduğum ikinci romanı, daha evvel Kan Damlası’nı da okumuştum. Her ikisinde de aynı yalın, anlaşılır dil kullanılmış olması okumayı kolaylaştırdığı fikrindeyim. Tarihi bir roman olmasına rağmen hiçbir sayfasında sıkılmadım diyebilirim. Hatta bir çırpıda, heyecan ve merak içerisinde sayfaları çevirdim.

Vatan toprağının düşman devletleri tarafından işgal edilişini, işgal sırasında bu ülkenin ekmeğini yiyen sözüm ona Türk olan hainlerin düşmanla işbirliği içinde olduklarını bir Türk subayının yaşayarak ve bizzat tanıklık eden gözünden anlatan harika bir eser. Tarihini doğru dürüst öğrenmek isteyenlere temiz bir aşk eşliğinde vatan sevgisiyle harmanlanmış harika bir roman.

24 Ekim 2014 Cuma

Yalnızken

Hayatta her insanın zaman zaman yalnız kalmak istediği olmuştur. Hatta buna insan bazen ihtiyaç duyar. İnsan yalnızken derin düşüncelere dalar, kendisini dinler, kendi ruhunun derinliklerine inerek  
ruhunu, yani kendisini yoran, huzursuz eden sebepleri sorgulamaya çalışır.

Bazılarına çözüm bulur, bazılarını zamana bırakır kendiliğinden çözülmesi için. Bazen de benim gibi yapar ruhunu dinlendireceğine inandığı bir müzik parçasını dinler; dinledikçe dinlendiğini, rahatladığını hatta huzur bulduğuna inanır.

Evet öyle de olur aslında çoğu zaman ruhumuz dinlenir, yaşama sevincimizi, coşkumuzu kısmen de olsa geri kazanırız böylelikle. Ama bazen de bundan daha fazlasına ihtiyaç duyabiliriz. Ben bugün bu ihtiyacı görmedim ve yağmuru beklerken yağmur eşliğinde çalan bu müzik sayesinde zihnimi nispeten boşalttım diyebilirim. 

11 Ekim 2014 Cumartesi

RUH SAĞLIĞI

Bu sabah belediye binasının önünde kocaman bir afiş gördüm. Üzerinde “Ruh Sağlığı Haftası” yazıyordu. Gerçi yılın neredeyse her haftası farklı bir adla kutlanır, anılır, tanımların oldu ya. Bu bana biraz ilginç ve dikkat çekici geldi. Hani bir Yeşilay Haftası, Deprem Haftası, Enerji Tasarrufu Haftası gibi bilindik bir hafta değildi de ondan.
Ruh sağlığı üzerinde elbette fikir sahibiyim ama benim garibime giden bunun bir hafta olarak addedilmesiydi.
Eve gelince bu merakımı gidermek için yaptığım ufak çaplı araştırmada Ruh Sağlığı Haftası’nın ülkemizde 1992 yılından bu yana ekim ayının 10’unda kutlandığını öğrendim.



Ruh sağlığının ve ruh hastalıklarının toplumda farkındalığını artırmak, ruh sağlığının korunması konusunda kamu bilinci oluşturmak elbette güzel bir davranış diye düşündüm. Bu süreçte belediyelerin, il sağlık müdürlüklerinin ve konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinin ruhsal bozukluklara karşı koruyucu çalışmaların ve tedavi hizmetlerinin tanıtılmasını ön plana çıkarmak amacıyla seminerler ve konferanslar organize etmesi de elbette takdir edilecek bir davranış olduğunu düşünüyorum.


Tüm bunları düşünürken de şu soruyu kendime sormadan edemedim. İnsanın ruhu neden hastalanır ve tedavi edilemeye ihtiyaç duyar?

Bunun üzerinde durup düşündüm ve kendi kendime kafa yordum. Korkularımızın, aşırı isteklerimizin ve inançsızlığın ruhumuzu çıkmaza sürüklediğine, hasta ettiğine kanaat getirdim. 

Bir başkası başka sebepler de bulabilir elbette. Ben ilk etapta kendimce bunların daha ön planda olduğuna inanıyorum. Hâlihazırda yıllardır yapılan tıbbi çalışmaların insan ruhunu tedavi etme yolunda diğer tıp alanlarına nazaran çok yol kat ettiklerini düşünmüyorum. 

Aşırı isteklerimizi gidermek adına maddesel bir yaşamın tutsağı haline geldiğimiz ve bunun bir neticesi olarak ta ekonomik çıkmaza düştüğümüz ve bu çıkmazın içinde bocaladığımız acı bir gerçek. Ekonomik sıkıntıların boy göstermesi, aile içerisinde ortaya çıkan geçimsizlik depresyona iterken beraberinde endişe ve korkuların beynimizi meşgul etmesine ve bir kurt gibi kemirmesine sebep olmaktadır. 


Tüm bunlar beynimizi meşgul ederken bir de inancımızı kaybetmemiz kendi ruhumuza vurduğumuz en büyük darbe olmalı. Sonunda yorulmuş, kirlenmiş ve hastalanmış bir ruhla ya da tabiri caiz ise ruhsuz bir şekilde dolaşan insan toplulukları haline geliyoruz.


Oysa ki Kur’an-ı Kerim'de yüce Allah “ Asra yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yaralı iş yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır” (Asr Sur. Ayet:1-3) diyerek bu gerçeği 15 asır evvelinden apaçık bir şekilde belirtmemiş midir? 

Bundan çıkartabileceğimiz sonuç nedir peki? İnsan inanmadıkça, inancını kaybettiği müddetçe içine düştüğü bu kısır döngüden ve bunalımlardan kurtulamaz. Kurtuluşun tek kaynağı koşulsuz ve pak Allah inancıdır. Allah inancı insanın yüreğinde merhamet duygusunun ve sevginin gelişmesine vesile olur. 

Merhamet ve sevgi dolu yüreğe sahip insanların yaşadığı toplumlarda hoşgörü, dayanışma, saygı gibi yüksek insani erdemler gelişir; bu da toplumların sağlıklı yaşamlar sürmesini sağlar.
Oysa ki ruh sağlığı bozulmuş toplumlarda, edepsizlik, hırsızlık, cinayet, geçimsizlik, kindarlık, savurganlık, vurdumduymazlık, rüşvet, talan gibi insana ve insanlığa yakışmayan davranış ve negatif ahlaki değerlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Ruhu güzel olan insanların düşüncesi de, davranışları da, ahlakları da güzel olur. Güzel ahlaklı insanların olduğu toplumlarda da ruhsal bunalım veya hastalık diye bir şey olamaz. Bu hastalık kendi kendine ortadan kalkmış olur.